TOPLUM OLARAK VAR OLMA VE VARLIĞIMIZI SÜRDÜREBİLMENİN TEMELLERİ

İçinde yaşadığımız yüzyıl, dünya üzerinde kurulu bütün toplumsal yapıların çözülerek yeniden yapılanmasını içeren, hatta kendine göre yeniden yapılanmayı dayatan küreselleşmenin etkisiyle şekillenmektedir.

Herkesin ve her kesimin kendine göre tanımladığı küreselleşmenin bu amansız dayatmalarına karşı (tıpkı modernleşmeye yapıldığı gibi) kuru ve içi doldurulmamış söylemlerle direnmek anlamsızdır.  Ne yapmalı? sorusunun cevabını bulmak yerine, kuru eleştirel  yaklaşım bizi daha da zayıflatmakta hatta farklı ve bilinmeyen alanlara savurmakta ve bu savrulmalarda hem toplumu meydana getiren fertler ve gruplar birbirinden uzaklaşmakta hem de toplum, kendi mihverinden, ana ekseninden çok farklı mecralara sürüklenmektedir.

Küreselleşmenin toplumları çözümleme ve parçalamada kullandığı postmodern düşünce ve söylem, kullananları ve tabi olanları omurgasız kılarken, yerinden, yurdundan etmekte, kendi değerlerinden sökün edilen, uzaklaştırılan toplum ve fertleri kendi özyurtlarında sürgün yaşamaktadırlar.     Postmodern kabileler eşliğinde aralarında sınırlar çizen toplum fertleri en küçük bir algı operasyonuna bağlı olarak farklılaşmış yönlerini ayrışmaya, bölünmeye, düşmanlığa kadara götürüp  birarada yaşamanın tılsımını bozmakta ve hayatı yaşanmaz, toplumu güvensiz hale getirmektedirler. Postmodern kabile görüntüsü veren farklı cemaatler, toplumla ya da kendi aralarında oluşturdukları sınırların kaygan zemininde, menfaatlerinin  olduğu yöne rahatça kayarken, çoğu defa topluma ve onun örgütlenmiş biçimi olan devletine karşı asimetrik savaş yapan uluslararası çevrelerin ağına düşmekte ve bu durum herkes için gerekli olan güven problemini gündeme getirmektedir.

Toplumları bir arada tutan belirli temeller vardır. Bu temellerden birisi sarsıldığında çöküş başlar. Bu temeller ortak tarih ve tarih şuuru, dil, din, kültür ve bunların her birini meczeden, mayalayan toplumsal muhayyiledir.

Tarih, bir milletin geçmişten günümüze, var oluş mücadelesi ve tecrübesini aktaran en önemli bir hazinedir. Bu hazine yağmalanıp, hırpalanıp, yok sayıldığında ya da ideolojik  amaçlarla farklılaştırıldığında ortaya bugünkü gibi manzaraların çıkması kaçınılmazdır. Bu ülkede bir dönem Osmanlı düşmanı nesiller yetişti ve Cumhuriyeti öne çıkaran girişimler oldu. Buna tepki olarak Cumhuriyeti eleştiren ve Osmanlıyı savunan nesiller ortaya çıktı. Her biri kendine göre bir tarih şuuru oluştururken birbirine muhalif, biri diğerini dışlayan siyasi ve sosyal gruplar oluştu. Bugün bunların siyasi arenada kavgalarını izlemek insanın içini acıtıyor. Oysa Osmanlı ve cumhuriyet bir milletin tarih sahnesinde dönemin şartlarına göre var olmak için oluşturduğu bir yapılanma idi. İyi ya da kötü her ikisine getirilecek eleştiriler de olabilirdi. İbret almak ve geleceği daha iyi kurmak adına eleştirilmeliydi ama vurunca öldürmenin anlamı yoktu. Cumhuriyeti savunma adına örnek  alınan  Batı’da, Fransa’da tarih eleştirilse de cadde isimlerinde, otobüs metro duraklarında tarihi şahsiyetlerin isimleriyle yaşatılıyor, tarih şuuru oluşturuluyordu.  İngiltere’de,  Belçika’da kraliyete ait gerçek ya da sembolik tarihi uygulamalar kesintisiz devam ediyordu. Türkiye’de ise cumhuriyeti koruma adına tarihle olan bütün bağlar kesilmişti, hatta her fırsatta kötüleniyordu. Bu durum çok talihsiz bir uygulama olup yanlış bir tarih bilinci oluşturdu. Bu yanlış ve yaralı tarih bilincini taşıyan nesiller bugün maalesef kör döğüşünü sürdürürken, var oluşun temellerini sarsmaktadır.

Toplumların varlığını sürdürmede diğer bir önemli temel dildir. Dil nesilleri ve nesiller arasındaki anlaşmaları sağlayan en önemli bir vasıtadır. Biraz önce zikrettiğim Osmanlı karşıtlığı ve düşmanlığı dil konusunda yapılan alfabe değişikliği ile geçmişle olan bağlarımızı kesti. Üstelik Türkçenin Osmanlıca olarak ifade edilen zengin dil deryasından bizi kopararak sığ ve yüzeysel sahillere bıraktı. Türkçenin yapay bir şekilde arı Türkçe adı altında yozlaştırılması, uydurukça bir dili türetti ve nesiller birbiriyle dil konusunda alay eder oldu. Daha önce yabancı olarak görülen Arapça ve Farsça kelimelerden arındırılan Türkçe başka yabancı dillerin etkisinde, Fransızca ve İngilizce kelimelerin kuşatması altında varlığını kaybeder duruma geldi. Bugün Türkiye’de şehir ve kasabalarda iş yerlerinin adlarına bir göz atsanız, yaşadığınız ülkenin Türkiye mi yoksa başka bir yer mi olduğundan şüphe edersiniz. Burada yeri gelmişken özellikle yerel yöneticilere, bir önerim var. Şu yabancı isimlerle arzı endam eden ticari kuruluşlara encümen kararı ile bir müeyyide ya da illa müeyyide olması şart değil bir teşvikle tavsiyelerde bulunulamaz mı? Yahut sivil kuruluşlar olarak kendi ülkemizde, kendi dilimizle çevrelenmiş iş yerlerinin olduğu bir cadde istiyoruz şeklinde güzel bir hareket başlatılamaz mı? Ekonomik kaygılarla kapitalizmin ve kültür emperyalizminin tuzağına düşen Türkçemiz bugün can çekişmekte, toplumsal bilinç oluşturma özelliğini kaybetmektedir. Batı ülkelerinde yaşayanların hiç biri mecbur kalmayınca asla ve asla gelen turistle bile kendi dilinden başka bir dili kullanmamaktadır. Çünkü onlar var oluşlarını “dil güçtür” felsefesi üzerine kurmuşlardır. Ve bunun farkında olarak bilinçli bir şekilde “dil güçlerini” bizim üzerimizde de hissettirmektedirler. Biz de buna uygulamalarımızla zaten dünden razı olmuşuz. Dille ilgili diğer bir problem ana dilde eğitimle ilgili taleplerdedir. Hiç şüphesiz ülkemiz Selçuklu öncesi ve sonrası, Osmanlı bakiyesi olan etnik unsurları da barındırdığından dil zenginliği olan bir ülkedir. Ama asırlarca devam eden Osmanlı Türkçesinin kısıtlı da olsa devamı olan Türkçemiz ortak duygu ve düşüncelerin oluşması, tarih bilincinin oluşması ve muhafazası açısından ana gövdeyi oluşturmakta, çok dilli ve etnisiteli ABD’de İngilizcenin resmi ve ortak dil olması gibi Türkçenin de  ortak ve resmi bir dil olma özelliğini koruması gerekmektedir. Bölgesel ve mahalli diller konuşulan bölgelerde varlığını sürdürebileceği gibi Türkçenin ortak dil olma özelliği toplumsal var oluşumuz, açısından elzemdir. Bunun üzerinde tartışma yapmak başka niyetlerin olduğunu gösterir. 

Toplum olarak varoluşun diğer  önemli bir temeli de Dindir. İslam’ın birlik ve dirliğe yönelik mesajları, komşuluk ilişkilerinden insan haklarına, toplum düzenini ayakta tutan adalet prensibinden ferdi ve sosyal ahlak kurallarına varıncaya kadar ortaya koymuş olduğu prensipler varoluşun temel dinamikleridir. Ne var ki aynı dinin mensuplarının farklı yorumları, insanları ve özellikle Müslümanları bir arada güven ve huzur içinde yaşatmayı hedef edinen dini, birlik ve dirliği sağlayıcı değil de bölünüp parçalanmanın aracı haline getirmişlerdir.   Bugün İslam dünyasında Sünnilik ve Şiilik şeklinde ayrılan iki büyük gelenek ve onun içinde oluşan mezhepler, tarikat ve grupların mensupları İslam’ın birleştirici ve var edici gücünden yararlanacak yerde, parçalayıcı ve yok edici ne varsa onu sergilemekteler. İnsanı, her türlü canlıyı, çevreyi yaşatmayı ve ıslahı temel prensip olarak ortaya koyan İslam’ın değerleri yok olunca varoluşu mümkün kılan her türlü dinamik de kaybolmuştur. Bu boşlukları çok iyi çözümleyen oryantalistler, onların akıl hocalığı yaptığı batılı siyasiler, üst akıl sahipleri, İslam dünyasını ve ülkemizdeki bazı çevreleri parmaklarında oynatmaktadırlar.  Türkiye’de Alevilik ve Sünnilik adına hareket eden gruplar sürekli bir şekilde üst akıl sahiplerinin kullanmak için ilgi odağı olmuştur. Bu yazının sınırları belirli olduğu için burada detaylara giremiyorum. Yukarıda belirttiğim nedenlerden dolayı sağlam bir din öğretimi ve isteyenlere sağlam bir din eğitimi sosyal bütünlüğü sağlama açısından elzemdir. Bunun batıda örneklerini çokca görüyoruz. Son derece katı laik  olan Fransa da bile örneğin alsace-moselle bölgesinde  ilk öğretimde ve lisede din öğretimi zaruridir.  Daha bir ay önce İslam dini derslerinin de liselerde verilmesine imkân veren mevzuat onaylandı. Neden? Din insanların vaz geçilmez bir dayanağı, varoluş temeli, toplum entegrasyonunun çimentosu, birleştirici ve meşrulaştırıcı gücüdür. Onun için Türkiye’de geçen sene insan hakları mahkemesinde bir müracaat üzerine alınan karara dayalı olarak kimse din derslerinin okullardan kalkması saçmalığını savunmasın.  Okullarda öğretilen dinin mensubu olmasa bile o din hakkında bilgi edinmek toplumsal uzlaşma ve önyargılardan kurtulma açısından son derece önemli. Burada eğer üzerinde durulacaksa ve eleştirilecekse nasıl bir din öğretimi ve eğitimi olmalı? Konuları omlaıdır. Kanaatimi belirtmek gerekirse, din öğretimi dinin teolojik temel esasları yanında toplumsal yapımızı ve dünya gerçeklerini dikkate almaksızın yapılırsa dün ve bugün olduğu gibi kaosu körükleriz. Ayrıca bugün Türkiye’de din adına yaşananlarda din öğretimi ve eğitiminin ya da öğreticilerinin payı nedir? Bu sorunun cevabını toplum olarak, siyasiler olarak, üniversiteler olarak hep beraber düşünmeliyiz.

Toplumsal varoluşta diğer bir temel kültürdür. Kültür tarihten devraldıklarımızın yanında aynı zamanda kendi dönemimizde ihtiyaçlara göre ürettiğimiz, yol rehberi, anlam haritasıdır. Kültür emperyalizmine maruz kalmış bir ülkenin insanları olarak yol haritamız çok karışmıştır. Geleneğin ürettiği ve devrettiği kültürle modern dönemlerin bize sunduğu kültür arasındaki çatışmanın yaratmış olduğu ortam nesilleri birbirinden koparmakta, aynı ülkenin insanlarını birbirine yabancılaştırmaktadır. Toplum fertleri arasında oluşan mesafe bir türlü kapatılmadığından, toplumsal  bütünleşmeden gittikçe uzaklaşmalar yaşanmaktadır.  Geleneği tamamıyla dışlayan, dışlama mekanizmalarını işleten modern kültürden sonra gelen ve  küreselleşmenin keşif kolu olan postmodern kültür, her şeyi altüst etmiştir. Dayandığı, anlaşılır temel bir ilkesi yoktur; Ters yönelimleri bir araya getirir, her kafadan bir ses çıkar. Toplumun bir totalite veya mükemmel bir sistem olduğu fikri terk edildiğinden toplum fertleri düşünsel olarak her yöne savrulur. Bugün Türkiyede dindarından ateistine  farklı dğüşüncelerde olduğunu söyleyen insanların nerede durdukları, neye dayanıp, neyi baz aldıkları belli değil. Bir gün öyle bir gün böyle. Hem o, hem bu, ne o, ne bu arasında geliş-gidişleri yaşayan nesil bir yere tutunamamakta, kendisine de tutunulamamaktadır. Böyle bir ortamda toplumun bir bütün olarak devam etmesi mümkün görünmemektedir. Görünen manzarada dini, etnik, bölgesel, ideolojik ve sosyal farklılıkların öne çıkarılarak oluşturulan toplumsal yapıda küresel ekonomik sermayenin menfaatlerine uygun ne varsa hazırlamakta böylece arzulanan hedeflere ulaşılmaktadır.

Bu durum karşısında eyvah yağmur yağıyor deyip ıslanmanın anlamı yok. Yola gideceksek yağmur yağıyor diye bir yere sığınarak zaman kaybetmek te anlamsız. Öyleyse şemsiye bulup, yolumuza devam etmeliyiz. Küreselleşmenin postmodern söylem ya da kültürle yol açtığı zararlardan kurtulmak için şemsiye örneğinde olduğu gibi koruyucu tedbirlerle tarihsel alanda toplum olarak yolumuza devam etmeliyiz.

Bunun yolu, yeniden bir toplumsal muhayyile oluşturmaktır. Toplumsal muhayyile toplumsal hafızada korunan bütün değerleri ve imajları temsil etmektedir.  Bu bağlamda   toplumumuzun sosyal muhayyilesi İslam öncesi ve sonrasında üretilen tasavvurların, ideal ve ülkülerin oluşturduğu toplumsal özün tümünü içeren ölçüler, göstergeler, semboller, kanaatler ve inançlardan teşekkül etmektedir.  Başka bir deyişle siyasi şahsiyetler ve devlet büyüklerinden din ulularına, kahramanlardan gazi ve şehit olanlara, destanlardan mitik, mistik, sembolik olanlara, kısaca tarihî olarak geçmişte üretilenlerden bugüne kadar düşünsel ve sosyal eylem alanını belirleyici olarak üretilen “toplumsal hafıza”daki her şey sosyal muhayyilenin anlam sınırlarını belirlemektedir.

Öyleyse tarihe dönüp bakarak ve gelecek vizyonumuza uygun olarak akıl ve erdeme dayalı, ilmi öne çıkarırken irfanı ihmal etmeyen, ahlakı temel yapan ve onun üzerinde yükselmeyi şiar edeninen bir yapılanmaya gitmek gerekir. Toplumsal hafızamızda yer eden olumsuzlukları, önyargıları çıkararak onların yerine paylaşmayı, bir arada yaşamayı şiar edinen bir anlayışı oluşturmak ve sürdürmek elzemdir. Bunun için eğitim kurumlarından, sivil toplum kuruluşlarına, örgün ve yaygın eğitim vasıtalarıyla yeniden yapılanmanın temellerini, var olabilmek için savunma mekanizmalarını seferber etmek gerekir. Unutmayalım geleceği inşa etmek bugünden başlar. Bir şeyi inşa etmede temeller esastır. Temeli olmayan bina ayakta kalamaz.  Temelleri yoklamanın, yeniden kurmanın zamanı gelmedi mi? 

Prof. Dr. FAZLI ARABACI

SİZİN NE SORUNUNUZ VAR SELAHATTİN?

Türkiye yaklaşık 30 yıldır fiili olarak PKK belası ile karşı karşıya. Sözde kürt sorununu çözme adına dağlara çıkıp silahlı mücadele ile hak arayışına giren bu örgütün sivil ve siyasi uzantıları, son zamanlardaki söylemlerine bakılırsa ağızlarındaki baklayı çıkardılar.

“Özerk yönetim”. Halkların özgürlüğü, yerinden demokratik yönetim, öz savunma güçleri vb söylemlerden sonra özerk yönetim.  Demek ki neymiş,  bunların derdi doğu ve güneydoğu da özerk yönetim kurmakmış. Yani bunların sorunları, güneydoğunun sosyal ve ekonomik kalkınması, Türkiye’nin batısı ile aynı refah düzeyini yakalaması değil Türkiye’nin batısından ayrı bir özerk yönetim.

Biz bunu biliyorduk Selahattin.  O senin ve arkadaşlarının yıllardan beri kıvırttığı, bir türlü söyleyemediği ama senin sürekli eleştirdiğin ve hatta seni Başkan yapmayacağız diye birilerinin telkiniyle dil uzattığın Cumhurbaşkanımızın  “baldıran zehiri de olsa içeceğiz” diyerek risk aldığı bir süreci kirli oyunlarınızla tüketmeniz de bunun içindi.  PKK’nın ve şehir uzantılarının bir terör örgütü olduğu ortadayken onlara sırtınızı dayamanız, süreci kendiniz kirletip tıkadığınız halde bunun faturasını  AK partiye daha da ötesi Cumhurbaşkanına çıkarmanız pişkinliğinizi ortaya koyuyor.

Sahi sizin ne sorununuz var Selahattin. Yolunuz mu yok? Hava alanınız mı yok? Elektrik, iletişim araçları yoksunluğunuz mu var? Yoksa devlet sizin sözde haklarını savunduğunuz kürt kardeşlerimizin yaşadığı bölgelere yatırım mı yapmıyor? Yoksa siz parlamentoya temsilci mi gönderemiyorsunuz. Bürokrasiye atamalarda bir ayırım mı yapıldı? Yıllarca yasak olduğunu söylediğiniz ve üzerinden sürekli mağduriyet ürettiğiniz ana diliniz   kürtçe serbest değil mi?   Daha neler isterdiniz? Kalmadı değil mi? En sona kalan özerklikti, şimdi  de onu  istiyorsunuz, ama olmaz Selahattin. Hiç olmaz ve olmayacak.  Sen ve dağdakiler gördüğünüz bu rüyadan uyanın artık, gerçekleri görün Selahattin.  Bak ben sana demokrasinin beşiği olduğu söylenen Fransa’dan örnek vereyim. Orada bir bölge var Almanya sınırında. Alsace-Moselle bölgesi. Alzasca ana dilleridir. Ama Fransızca konuşur, eğitim dilleri, resmi tüm işleri Fransızcadır. Ve bir şey daha söyliyeyim demokrasinin beşiği olduğu bilinen, insan hakları hamisi bu ülkede Alzasca 50 yıldan bu yana yerini Fransızcaya bırakmıştır.  Hem de insan hakları hâmiliği altında.  Çünkü onlar biliyorlar ki Dil, birliğin ifadesidir Selahattin. Sen ve arkadaşların eğitim dili de kürtçe olsun derken söylemek istediğin aslında bugün gündeme getirdiğin özerklikti. Olmaz Selahattin. Olamaz. Ana dilini evinde, ailende konuş, bizim için zenginliktir, ama ancak aynı dili konuşursak bir ve beraber olabiliriz Selahattin. Hem sen artık Türkiye Partisi olma yolunda mesafe katettiğini cümle aleme ilan ettiğin bir partinin başkanısın. Kürtçe bilmeyen partililerin nasıl iletişim kuracaklar kendi aralarında… Yoksa bu konuda da mı takiyye yapıyorsun. Aslında mikro milliyetçilik adına siyaset yapıp makro düzeyde siyaset yapıyor görünmek. Olur ya belkide takiyyeyi pensilvanyadaki üstadından almışsındır.   

Gelelim haklarını savunduğun bölgede olup bitenlere. Belediyelerin iş makinaları kanalizasyon için biliyorduk ama şehir eşkıyalarının eylemlerine engel olmak isteyen güvenlik güçlerine engel için olduğunu da nihayet öğrendik. Güvenlik güçleri iki senedir kimseye bir şey demiyordu da şimdi ne oldu. Özgürlük için avaz avaz bağıran militanlar güvenliği tehdit ediyorsa, ilçelerde sözde öz, özerk yönetimler kuruluyorsa, güvenlik gücü ne yapsındı Selahattin. Akıl danışmak için gittiğin hangi Batı ülkesinde buna müsaade edilir.

  İş makinalarını kim niye yakıyor Selahattin? Yapılan köprülerin bombalandığını görmüyor musun? Şehirleri talan eden, kepenkleri kapattıran, ticari hayatı felç eden kim? Madem bölge halkı seni ve PKK yı destekliyor ve seviyor, seçim zamanı yapmış olduğunuz baskı ve tehditler niye? Bu nasıl demokratik anlayış Selahattin? Halkların özgürlüğü(!) böyle mi sağlanır? Silahların gölgesinde, şehir eşkıyalarının tehdidi altında kendi partin için zorla oy kullandır, ondan sonra özgürlük havarisi kesil. Ne âlâ.  Bu senin sazının tellerine vurduğun mızraba saygısızlık Selahattin. Mızrabın her ayrı telde ve ayrı perdede farklı ses çıkarır. Ve o güzelim nameler ortaya çıkar. Bırak kürt kardeşlerimi kendi haline, sazının telleri gibi ötsünler ülke dinlesin, güneydoğunun dağları inlesin.

Bu işin taşeronluğunu yapan PKK da sen de çok iyi biliyorsun ki mesele Şark meselesi selahattin. Seni özerklik istediğin bölge sakinleri ile bizden ayırıp koparacaklar, bölgesel güç olmamızı engelleyip, büyük İsrail’in kurulmasına yol verecekler. Bizi hep beraber köle yapmak istiyorlar Selahattin anlamıyor musun? Yıllarca süründük, ayağa kalkmak isterken gerçekte sırtını dayadığın, sadece bugün göstermelik olarak amasız silah bırakmasını istediğin PKK ve şehir eşkıyalarını harekete geçirdiler.  İki yıldır havalanmayan F16 lar niye havalandı Selahattin. Bu devleti yönetenler 3. Hava alanını, 3. Boğaz köprüsünü yaparken milyon dolarları niye F16 kalkışlarına harcasın. Buna kim sebep oluyor Selahattin. Bu nasıl akıl tutulması?

Konu anlaşılmış, amacınız fâş olmuştur Selahattin. Kürt kardeşlerimiz PKK ve onun sivil, siyasi uzantılarının niyetlerini görmüştür. Yapılıp edilenler, söylenenler ortadadır. Ülke ve topyekün millet, Türkü ile Kürdü ile el ele vermeli artık PKK ya sırtını dayayan HDP temsilcilerini bu emellerinden vaz geçmediği müddetçe desteklememeli, şayet kürt kardeşlerimiz kamusal alanda, siyasi arenada politika yapacaklarsa bunlarla değil yeni bir parti ile, tüm Türkiye’yi kucaklayan, PKK terör örgütünü lanetleyen bir oluşumla siyasi hayata, Türkiye’nin topyekün kalkınmasına katkıda bulunmalıdır.  Ya da mevcut olan partilerden kendilerine yakın gördükleri bir parti ile siyasi alanda ülkeye bölgelerine hizmet etmelidirler. Bitsin artık sözde kürt sorunu üzerinden yaptığınız onca nefretlik katliamlar, zulüm ve işkenceler, adam kaçırmalar, gençleri kandırmalar. Kürt sorunu olarak bugüne kadar konuşulan ne varsa Ak parti döneminde fazlasıyla yapılmıştır. Sizin bölge insanına yapacağınız bir katkı yok Selahattin. Bu, yönetiminde bulunduğunuz belediyelerden belli. Bırakın cumhuriyetin ilk ve son 15 sene öncesine kadar kürt kardeşimin coğrafi nedenlere dayalı olarak ya da bazı siyasi nedenlerle yaşadığı sorunları istismar etmeyi. Bu sorunların en önemlileri giderilmiş ve giderilmeye devam ederken sizin sırtınızı dayadığınız teröristler iş makinalarını yakmakta, iş adamlarını tehdit etmekte ve yapılacak projeleri engellemektedirler. Siz önce bunları görün ve hesabını sorun.  Ortada sorun yok Selahattin sorunlu insanlar var. Sorunlu siyasi söylemlerin var. Sorunlu duruşun ve dayandığın yerler var. Bunlardan kurtulursan sorunlar çözülmüş ve bitmiş olacaktır. 

Prof. Dr. FAZLI ARABACI

PKK ÖRGÜTÜ VE SİYASİ-SİVİL UZANTILARININ AMACI BELLİ

Ben bu yazıyı yazarken Şırnakta çıkan çatışmada 1 teğmen ile 2 askerin şehit olduğu haberi internet ortamında yer alıyordu. Öncelikle şehitlerimize Allahtan rahmet, geride kalanlara sabr-ı cemîl diliyorum. 30 yıldır coğrafyamızda ve yakın sınırlarda faaliyet gösteren eli kanlı örgütün profesyonel kiralık bir örgüt olduğu bilinen bir şeyken, çözüm süreci görüşmelerinin olumsuz sonuçlandığı bu günlerde bir kez daha teyit oldu.

Sözkonusu örgütün siyasi uzantısı olan ve bugüne kadar çeşitli adlar altında siyaset yapma deneyiminde bulunan partilerin ve bugün varlığını devam ettirmekte olup mecliste 80 milletvekili olan HDP nin de PKK ve onun şehir yapılanmasını temsil eden KCK’nın gerek çözüm sürecindeki baltalama girişimlerine gerekse son olaylarına karşı çıkmaması bir siyasi parti olarak onun da niyetini ortaya koymaktadır. 

Dönemin Başbakanı ve şimdiki Cumhurbaşkanımızın bütün tepkileri göz önüne alarak baldıran zehiri de olsa içeriz deyip başlattığı süreçten beklenen sonucun alınmamasının baş sorumlusu, sözde Kürtleri temsil ettiğini söyleyen PKK, KCK ve bunların siyasi uzantılarıdır. Sürecin başlangıcından bu yana hükümet yetkililerinin ve diğer muhatapların ne yapıp ettiği ortadadır. Burada bunların dökümünü yapıp detaylandırmayacağım. Ancak son gelinen merhaleye baktığımızda, ağızlarından barış sözcüğünü düşürmeyenler çözüm sürecinin temel şartı olan silahsızlanmayı gerçekleştirmeyip, silahlı unsurların çekilmesini gerçekleştirmedikleri gibi ateşkesi bitirdiklerini ilan ediyorlar. Bu açıklamaya karşı HDP yöneticileri sen nasıl ateşkesi sona erdiriyorsun demiyorlar. Bunca zaman içerisinde inşa edilenleri, ümitleri, geleceğe ilişkin birlikte yaşama projelerini nasıl imha edersin diye sormuyorlar.  Ali Bayramoğlunun 30.08.2015 tarihli yazısında vurguladığı gibi  KCK 11 Temmuz´da  ateşkesi bitirdiğini açıklayan bir bildiri yayınlıyor.

HDP’den tık ses yok.

15 Temmuz´da KCK yöneticisi Bese Hozat´ın Özgür Gündem´de, “yeni süreç devrimci halk savaşı sürecidir” diyen bir yazısı çıkıyor.

Hiçbir karşı görüş yok.

19 Temmuz´da, KCK Eş Başkanı Cemil Bayık halka silahlanma çağrısı yapıyor ve akabinde 20 Temmuz´da Suruç saldırısı yaşanıyor. 21 Temmuz´da Bese Hozat, saldırının sorumlusunun AKP olduğunu ilan ediyor.

 HDP´lilerden benzer açıklamalar geliyor. Üstelik HDP’nin Eş Başkanı Selahattin Demirtaş “bundan sonra halkımız kendi güvenliğini sağlayacak şekilde yapılanmalı” türünden vahim açıklamalar yapıyor.

22 Temmuz´da Ceylanpınar´da iki polisin uyurken vurulup öldürülmesini PKK ´Suruç´a misilleme´ diye üstleniyor. 23 Temmuz´da Diyarbakır´da bir başka misillemede başka bir polis öldürülüyor. 24 Temmuz´da asker IŞİD mevzilerini vuruyor. HDP bunu Türkiye´nin Suruç saldırısını örtbas etmek ve göz boyamak yapıldığını söylüyor.

Bütün bu olanlara ve yapılan açıklamalara baktığımızda AK parti hükümetinin   anılan süreçte  telafi edilebilecek bazı hataları ile birlikte iyi niyetle ve inatla sürdürmeye çalıştığı süreç, bir arada kardeşçe yaşama ortamına götürecek çözüm süreci, baltalanmıştır. Bu olup bitenlerde terör örgütü ve onun siyasi-sivil yandaşları sorumludur.

Ne yapılmak isteniyor? Terör örgütünün istediği ne? Siyasi ve sivil yapılanmanın söylemlerinden ne çıkaracağız.

Aslında terör örgütü,   Batının “Şark meselesi” ni sonuca götürmede ve Türkiye’nin bölgesel güç olmasını ve yükselişini durdurmak için kullanılan bir örgüte dönüşmüştür. İnsan hakları ve demokratik özgürlük söylemleri ile başlayan, bölgesel Kürt devleti kurma söylem ve eylemleri ile taçlandırılmak istenen bu hurûç hareketinin PKK cenahı artık yabancı küresel güçlerin elindedir.   Abdulkadir Selvi’nin nitelemesi ile Ortadoğu’nun en kaypak örgütlerinden birisidir.   Güne Amerikan istihbaratıyla başlar, Alman istihbaratıyla kahvaltıya oturur, İsrail ve İran istihbaratlarıyla günü geçirir İngiliz istihbaratıyla yatağa girer ve menfaatlerin kesiştiği noktada terör olaylarını geçekleştirir. Terör örgütünün liderlerinin derdi Kürtler değildir. Çözüm süreci sonuca ulaşsaydı terör örgütünün liderlerin sultası sona erecekti. Ömrünü dağlarda geçirmiş, milyon dolarlarla ifade edilebilecek uyuşturucu ve yasal olmayan para trafiğini kontrol eden örgüt liderlerinin bu gücü ellerinden bırakmak istemedikleri son çözüm girişiminde ortaya çıkmıştır. Bu örgütün sivil ayağı olan KCK yöneticileri de aynı kategoride olup dağ eşkıyasının şehir versiyonudur. Bu iki örgütün siyasi temsilcileri ise örgütün çirkin ve kalleş yüzünü maskeleyip masum gösteren ve onu hak arayışı mücadelesi içinde gösterip nerdeyse meşrulaştırmaya çalışan modern, demokratik görünümlü ama siyasi söylem ve taleplerine baktığımızda özerkliği öne çıkaran kişilerdir. Geçen 13 yılda Türkiye Kürt meselesinde tarihte olmadığı kadar hak ve özgürlükleri ön plana çıkaran bir programı uygulamaya koymuşken, bundan daha ötesini istemek resmen ayrılık talebidir. Bu ise Türkiye açısından kabul edilemez bir durumdur. Daha önceki Kobani yazımda bu bölgenin arzı mev’ud içerisinde nitelendirildiğini, büyük, kadim bir planın parçası olduğunu yazmıştım. Tekrar ifade ediyorum, Kürtlere özerklik ve ayrı devlet kurmayı vaat edenlerin amacı başka, bu amacın içerisinde  yer alan örgütün amacı da başkadır. Sonunda olan Kürtlere ve hepimize olacaktır. Silahla hiçbir yere varılamayacak, dağdaki ve şehirdeki eşkıyalarla da medeni bir toplum kurulamayacaktır. Her kesin aklını başına alması gerekir. Bu ülkede Müslümanım diyenler birlik olmalı, kendinin başka bir dine mensup olduğunu ya da dinsiz olduğunu söyleyenler de bu ülkede hepimizin vatandaş, tarihdaş olduğumuz bilmelidir. Müslüman ya da olmayan herkesle bir arada yaşamanın yolunu bulmalı ve toplumu yeniden kurmalıyız. Neticede toplumun hangi ırk ya da dinden olursa olsun bütün ferlerinin birbirlerine ve  bu ülkeye karşı sorumlulukları olduğunu bilmeli yaşanan olumsuz çözüm sürecinde sonra tecrübelerden de yararlanarak yeni bir süreç başlatmalıyız. Farlılıklar içinde bütünleşmenin formülünü, tılsımını bularak mayasını oluşturmalı, daha fazla kanın akıtılmasına ve anaların, eşlerin yüreklerinin yanmasına, dul ve yetimlerin sayısının artmasına dur demeliyiz. Topyekün Türkiye olarak, Türkü, Kürdü vd. kim varsa örgütün karşısına çıkmalı gelin, işte biz Türkiye’yiz demeliyiz. Tıpkı İspanya’da İspanyolların ETA örgütüne yaptığı gibi. Bakalım PKK-KCK örgütü nerede kimin yanında taban bulacak. Bunun için öncelikle PKK-KCK tehdidi altında olan vatandaşlarımızın emniyeti sağlanmalıdır ve bu emniyet sürdürülebilir kılınmalıdır. Öğretmeniyle, din görevlisi ile akademisyen ve gazetecileri ile tüm sivil toplum kuruluşlarıyla PKK-KCK örgütüne hayır demeliyiz. Kürtlerin Türklerle, Türklerin Kürtlerle hiçbir sorunu olmadığını cılız seslerle değil hep beraber dünyaya seslenmeliyiz. Bizim birbirimizden kopamayacağımızı, tıpkı Kürt kelimesinin baş harfinin Türk kelimesinin son harfi olduğunu, Türk kelimesinin baş harfinin Kürt kelimesinin son harfi olduğunu, Türk, Kürt kelimelerinin bu harflere ihtiyacı olduğu gibi, Türklerin Kürtlere, Kürtlerin Türklere bir arada yaşamak için ihtiyacı olduğunu artık bilmeliyiz.  Birbirimizden koptuğumuzda anlamsız kalacağımızı, yurtsuz, öksüz ve yalnız kalacağımızı yalnızlaşacağımızı duymayan kulaklara, hissetmeyen gönüllere, duyurmalıyız. Bilmeliyiz ki merhum Akif’in dediği gibi “toplu vurdukça gönüller onu top, tüfek sindiremez”. Bugün PKK nın topunun, tüfeğinin etki göstermesi bizim zihinlerimizin arkaplanının farklı olmasındandır. Az bir pahaya değerlerin satılmasından, 50-100 dolara ihanet odaklarının çoğalmasından kaynaklanmaktadır. Bu vatana yazık etmemek, geleceğimizi karartmamak istiyorsak aklımızı başımıza devşirmemiz gerekiyor.

Prof. Dr. FAZLI ARABACI

OLANLARIN SORUMLUSU CUMHUR BAŞKANI ERDOĞAN ÖYLE Mİ?

10 Ekim 2015’te Türkiye tarihte olanların en acımasız olaylarından birini yaşadı. Ve yine Türkiye eşi benzeri görülmemiş kalleşliğin, ucu dışarıda, maşaları içerde olan büyük kaos planlayıcılarının yarattığı acıyı yaşadı.

Bu acıyı sineye çekmek, yok saymak mümkün değil. Ama sorgulanması gereken esasen üzeri örtülen, olaylara bilerek şaşı bakan, yani olayların faili yerine gözü başka yere bakarken  eli(yazı ve yorumu) başka yeri işaret edenlere söylenecek hatırlatılacak çok şey var.

Bu ülkede yaşanan bombalı eylemler yeni değil. Sadece Sayın Cumhurbaşkanımızın Başbakanlığa geldiği dönem olan 2002 den bu yana da yaşanmıyor. 12 eylül öncesi olayların yaşandığı dönemlerdeki hunharca yapılan katliamları hatırlayalım. Ses getirecek türde suikaste uğrayan Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy vd. aydın ve gazetecileri hatırlayalım. Bunların katilleri ve sorumlusu kimdi. Dönemin siyasi iktidarları mı yoksa bu iktidarları zayıflatmak isteyen, içerde kaos çıkarıp, istediklerini almak isteyen küresel sermaye grupları ve içerdeki temsilcileri mi idi. Ya da başlı başına Türkiye’nin jeopolitik durumu ve ona bağlı stratejilerle belirlenen hedefe ulaşmak için kaos planlayıcılarının işi mi idi.  Ben çeşitli gazete köşelerinde sayın Cumhurbaşkanımızı hedef alarak yazı yazan, onu sorumlu tutan yazar ve yorumcuların tümünün bu gerçekleri bildikleri halde olaylara şaşı baktıklarını ve okuyucularını da yanılttıklarını düşünüyorum. Ulusal gazete, görsel ya da sosyal medya da yapılan yorum ve yönlendirmelerin gerçekleri öldürdüğünü düşünüyorum. Ve bu ölümün, bu gerçekleri öldürme biçiminin diğer bombalı eylemlerden daha büyük, daha şiddetli ve kalıcı fitne ateşlerini  tetiklediğini düşünüyorum. Daha da ötesi bu tür gerçekleri öldürme ve yok etme biçiminin bir teamül olarak yerleşmesinin toplumun ve  Türkiye’nin geleceğini dinamitleme olarak görüyorum. Zira biliyorum ve inanıyorum ki, inandığım kitabın göndericisi de “el fitnetü eşeddü min’el katl”(Fitne katilden daha şiddetlidir) diyor. Mesele sadece Erdoğan meselesi değil, dün aynı şeyler Rahmetli Menderese, Özal’a, Erbakan Hocaya yapıldı. Bugün Erdoğan yarın başka bir lidere aynı şekilde ya da başka bir tarz ve yöntemle Türkiye’yi büyütmek, bölgesel güç yapmak isteyen liderlere yapılacaktır. Onun için olayların arkasındaki failleri görmeksizin, olayları, terörü besleyen, teşvik eden, yönlendiren, organize eden ve gerçekleştirenlerin ekmeğine yağ sürecek şekilde ülkeyi 13 yılda nereden nerelere getiren bir siyasi lidere “seni oradan indireceğiz, oradan Erdoğan inmedikçe olaylar dinmeyecek, her şeyin sorumlusu Erdoğan demek başka bir niyeti göstermektedir. Dün Menderes oradan indirildi ve asıldı niye olaylar bitmedi?   Özal sebebi karmaşık ve şüpheli bir ölümle göç eyledi, niye olaylar durulmadı? Niye silahlar ve bombalar susmadı. Erdoğan görevi bıraksa susacak mı? Güldürmeyin insanı. Kandırmayın şu iyi niyetli Anadolu’nun saf ve temiz niyetli çocuklarını.  Bakınız bilmeyenler için öğrensinler diye, bilenler için hatırlasınlar diye şuraya yazıyorum. Dünya üzerinde küresel pazara sahip olan ve küresel hesapları olanlar, Afrika ülkeleri ve ve benzeri ülkelerde kendi ekonomik ve siyasi menfaatlerine uygun iktidarlar olunca desteklerler, aksi olunca Afrika ülkelerinde muhalif kabileleri destekleyerek hatta silahlandırarak iktidardan indirinceye kadar savaştırırlar. Ya da silahlı güvenlik kuvvetleri yoluyla darbe yaptırırlar. Bir dönemler bizde yaptıkları gibi. İktidara getirdikleri ile belirli bir dönem devam ettiklerinde menfaatlerine uymayan bir durum olduğunda diğer iktidardan indirdikleri ile irtibata geçer yeni bir çatışmayı körüklerler. Afrika ülkelerinde olup bitenlere bir de bu gözle bakın.   Bunlar Demokrasi ile  yönetilen ülkelerde ise muhalif kanadı destekleyerek ve aynı zamanda iktidar patisini çeşitli yönlerden zayıflatarak yahut iktidar partisinde istenmedik bir takım olayları büyüterek halkın gözünden düşürüp kendilerine uygun iktidarları iş başına getirmek isterler. Türkiye de bu bağlamda hem siyasi liderler düzeyinde hem de millet vekilleri düzeyinde özel hayatlara varıncaya kadar itibarsızlaştırma yollarına gidildi. Deniz Baykal ve MHP milletvekilleri üzerinde yapılan kaset oyunları son dönem örneklerindendir. Ak parti ve Sayın Erdoğan üzerine ise aile fertleri, Cumhurbaşkanlığı külliyesi üzerinden gidilmekte, hatta her parti mensupları için sözkonusu olan ve olabilecek bazı yanlış uygulama ve bazı çevrelerce -özellikle cemaat tarafından- yolsuzluk olarak nitelendirilen  icraatlar üzerinden gidilmektedir.  Sayın Erdoğan’ın liderliğinde yapılan çift yol ve otobanlardan, milli savunma araçlarının yapımından, Türk hava yollarının ulaştığı yerlerden, ekonomik istikrardan, Güneydoğuda kaldırılan olağanüstü hallerden, faili meçhul olayların aydınlatılması için gösterilen çabalardan, TÜBİTAK vb araştırma kurumlarının sayesinde teknolojik yeni milli açılım ve projelerden hiç kimse söz etmiyor. Hep bardağın boş tarafı görülüyor. Dolu tarafı görülüp te boşluğun uygun şekilde ülke ve millet menfaatine nasıl doldurulacağı üzerine kimse konuşmuyor.  İstenmeyen bir suçlu ilan ediliyor ve ondan sonra vurun abalıya türünden olur olmadık şeylerle itibarsızlaştırm yapılıyor. Aslında Erdoğan yukarıda sayılan ülkeyi kalkındırıcı projelere imza attığı için oradan inmesi  isteniyor.  Milli duruşu sergilediği, milli hedefleri gösterdiği için, çözüm süreci ile rantı kesilecek çevrelerin işine gelmediği için oradan inmesi isteniyor. PKK sorunu silahla çözülmez deyip sosyal ve ekonomik gelişmelerin yanında manevi ve kültürel gelişmelerle, “kardeşlik ruhu”nun canlandırılması ile gelişir dediği için, Kürt kardeşlerimizin gönlüde taht kurması birilerinin işine gelmediği için suçlu görülüyor. 7 haziran seçimlerinden önce “seni başkan yaptırmayacağız” diyen HDP eşbaşkanı ve çevresi Anakaradaki bombalı eylemlerden devleti nihai olarak Cumhurbaşkanını sorumlu tutuyor.  Sen bir taraftan terör örgütüne terör örgütü demeyeceksin, bir yandan dilinden barış sözcüğünü düşürmeyecek öbür yandan halkı özyönetim  için sokağa ve eylem yapmaya davet edeceksin, partine bağlı belediyeler alt yapı yapması gerekirken yollara iş makinaları ile bomba döşeyecek ya da güvenlik güçlerinin olaylara müdahale etmesi için engelleyici kanallar kazacak bu durumda sen barış yanlısı olacaksın öyle mi? Diğer yandan 13 yıldan beri güney doğu için ekonomik sosyal, eğitsel yatırımların yanında her türlü riski alarak çözüm süreci başlatan Cumhurbaşkanı suçlu olacak. Sen bu milleti enayi ve kör mü zannediyorsun? Sen bir iki cicili söz ve görüntü ile bu ülke insanlarından barış isteyenleri kandırdın, ama tekrar aynı yerden ısırılmayacak bu milletin çocukları. Çünkü onlar  “kendilerine yeryüzünde fesat çıkarmayın denildiğinde biz barış yanlısıyız” derler ayetinin kimleri işaret ettiğinin farkındalar.  

Ankara’da ve daha önce farklı yerlerde patlatılan bombalar isabet ettiği kişilerin kiminin hayatına son verdi kimini engelli yaptı. Gelin bizim bilincimizi öldürmesin, bizi olayları görme, gerçekleri duyma, olup bitenler hakkında sağlıklı düşünme engellisi yapmasın. Ak parti ve kadrolarının, önde gelen liderlerinin de yanlışı olabilir. Hiç kimse kusursuz değildir. İnsanlar eksiklikleri ile ma’lüldürler. Önemli olan eksikliklerde ısrar etmemektir. Patlatılan bomba sesleri ölenlerin ve geride kalanların çığlıklarını örtemeyecek ama bu patlatılan bombaların arkasında olanların amaçlarına ulaşmalarını kolaylaştırıcı kirli bilgi ve haber bombası atanlar da unutmasınlar, bu ülke insanlarının sağ duyu ve ortak aklından oluşturulacak yapılanmayı da durduramayacaklardır. Türkiye farklılıkların zenginliği ile ülke menfaati adına birleşip bütünleşerek geleceği inşa etmeye devam edecektir. Korkmadan ve yılmadan.      

Prof. Dr. FAZLI ARABACI

KADÎM PLANIN NABIZ YOKLAMA ALANLARI KOBANİ VE ÇEVRESİ

Yeniden kur(gulanan)ulan dünya düzeninin coğrafi, siyasi ve sosyo-ekonomik programı çerçevesinde şekillendirilmek istenen Ortadoğu, aynı zamanda büyük İsrail’in kurulmasının önünü açacak planın uygulama alanlarına sahne olmaktadır. Kobani ve çevresi bu planın Türkiye’ye açılan koridoru olup nabız yoklama ve müdahaleye açık, imkân yaratma mekânlarıdır.

Meşruiyetini kutsal kitabından alan büyük İsrail projesi Doğu’da Ürdün, Suudi Arabistan’ın büyük bir bölümü, Kuveyt, Fırat Havzası ve Irak’ın bir kısmı, Güney’de Sina Yarımadası, Kahire ve Mısır’ın bir bölümü, Batı’da Kıbrıs, Kuzey’de ise Lübnan, Suriye ile Van Gölü’ne kadar uzanan Türkiye topraklarını kapsamaktadır. Batı’nın Şark meselesi(Doğu Sorunu) nin bir parçası olarak devreye sokulan bu planın ilk hazırlayıcıları 1821’lerde Osmanlı döneminde Doğu ve Güneydoğu’da köy köy gezen Hıristiyan misyonerleridir. Tarlanın sürülmesi o dönemlerde başlamış, fitne tohumları ekilmiş, netice olarak Osmanlının son dönemlerinde bir taraftan Ermeniler tahrik edilmiş, isyanların bastırılması ile ve tehcirle sonuçlanmış,  diğer yandan Kürt milliyetçiliği devreye sokularak bölge hassas hale getirilmiştir. Ermeni diasporasını yönlendiren çevreler bugün hala Türkiye’nin başını ağrıtmakta, Kürt milliyetçiliği ise Türkiye’de  söylem olmaktan çıkıp 1984’lerden beri silahlı eyleme, kaotik ve anarşik olayların muharrik gücüne dönüşmüş bulunmakta, toplumsal alanda şiddeti yüksek fay hatları oluşturmaktadır. Buna paralel olarak siyasi anlamda bölgesel özerklik istemleri açık ve kapalı olarak dile getirilmektedir. Diğer yandan aynı milliyetçilik anlayışı ABD’nin Irak’ı işgaliyle Kuzey Irakta bölgesel bir yapıya dönüşürken şimdi Suriye’de PYD önderliğinde kadim planın parçası olarak zemini hazırlamaktadır. Ne ilginçtir ki 1916’da  İngiliz ve Fransızların Ortadoğu bölgesinin bölüşüm haritasının ortaya çıkışını sağlayan sykes-pikot anlaşmasının mimarlarından olan İngiliz Mark Sykes 1900’lü yıllarda, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde kabile ve aşiretler üzerinde çok ince ayrıntılı saha çalışmaları yapmış ve bu çalışmalara bağlı olarak 1908’de The Kurdish Tribes of The Ottoman Empire adlı bir makale yayınlamıştır.  Öyle anlaşılıyor ki Sir Skeys 1821’lerden beri ekilen tohumların hasat kontrolünü yapmıştır. Sonuç olarak Ortadoğu’da etnik ve dini kimliğe dayalı şekillenmelerin temeli atılmış ve bugünlerde inşa süreci devam etmektedir. Etnik ve dini yapılar günümüz asimetrik savaşlarının en önemli  araçlarıdır. Jeopolitiğin yerini alan  teopolitiğin stratejik unsurlarıdır. Pentagon stratejisti Hungtinton´un medeniyetler arası savaş olarak belirttiği tezin aslında kadîm plana uygun bilinçli ve hesap edilmiş bir plan, program olduğu anlaşılmıştır. Afganistan´dan Irak’a, Yemen´den Suriye´ye aynı din içinde yer alan din ve mezhep mensuplarının kanlı çatışmaları, birbirlerini yok edişleri bunun belirgin göstergesidir. Dün Afganistanda Talibanın, bugün Suriye´de DEAŞ mensuplarının yapıp ettikleri bu programa uygun kiralık örgütler olduğunu ortaya koymaktadır. Zira adı geçen örgütlerin eylemleri neticesinde faydalananlar hep bu örgütlerin arkasındaki devletler olmuştur. DEAŞ özel olarak kurulmuş bir örgüttür. ABD´nin askerlerini  Irak’tan çekmesinden sonra yapılmak istenipte yapılamayanlar bu örgüt tarafından gerçekleştirilmekte, diğer yandan İslam´ın imajı bu örgüt sayesinde dünya kamuoyunda kötülenmekte ve belki de en ilginci Batı ülkelerinde Müslüman olmuş ancak maalesef selefi akımın tuzağına düşmüş gençler bu örgüte kaydırılarak ya ölüm makinası yapılmakta ya da ölüme sürüklenmektedirler. Böylece hem Irak ve Suriye´de hedeflenen sonuca hiç bir askeri risk olmaksızın ve kendi kamuoylarının tepkisini almaksızın ulaşılmakta, diğer yandan müslümanlar birbirine kırdırılmakta, müslümanın müslümana güveni sarsılmakta ve geleceğe ilişkin ümitleri kırılmakta, batıdan bu örgüte gönderilen yeni Müslüman olmuş gençlerin gönderilmesiyle de Batılılar gelecekte potansiyel tehlike olarak gördükleri bu müslüman gençlerden kurtulmuş olmaktadırlar. Zira adı geçen örgüte katılanlar tekrar ülkesine dönememektedirler.

Şimdi müslümalar olarak, islam coğrafyasında yaşayan ve 1699 karlofça anlaşmasından bugüne sürekli toprak kaybeden, değerlerini yitiren, birlik ve beraberliği paramparça olmuş, yeniden diriliş ve varoluş için mücadele veren, vermesi gereken bir milletin murisleri olarak bizler çok iyi düşünmeli, nerede hata, ihmal, eksiklik, tembellik varsa derhal giderilmeli millet olarak sürdürülebilir bir var oluşun imkanlarını güçlendirmeliyiz. Doğu ve Güneydoğuda mikro milliyetçiliğe dayalı söylem, silahlı eylem, siyasi ve sosyal yapılanma içine girerek bölgeyi ateş topuna çeviren gafil, cahil, Batının vaatlerine kanmış vatandaşlarımız, tarihdaşlarımız, dindaşlarımız şunu çok iyi bilmeliler ki 1914´lerde kendilerine vaat edilen topraklarda sun´i devletçikler kurulmasına razı olup Osmanlıyı arkadan vuranların hâli bugün ortada. İşte Irak, işte Suriye  ve diğerleri.  Böl, parçala yut taktikleriyle, aceleye getirmeden sindire sindire aradan yüz yıl geçse de orta Doğu sofrasında bitirilmektedir. Sofranın en iyi, lezzetli yiyeceklerini( petrol ve enerji kaynaklarını) alarak kalanlarını yerli halka bırakıp aralarında da kavga çıkararak güvenli bir şekilde arkalarına yaslanmış kendi ülkelerinde hayat sürmektedirler. Orta Doğu´da yaşayan ve adı müslüman olanlar da mensup oldukları din ve medeniyet bir arada yaşama kültürünün her türlü örneğini içermesine rağmen birbirlerini öldürmekte, ölürken ve öldürürken batının silahını kullanarak yine ona kazandırmakta ve bu hal böyle devam etmektedir. Bugün Orta Doğu’da etnik kimliğe dayalı olarak kurulmak istenen Kürt devletçikleri de yarın, Kürdistan olarak kurulsa da zamanı geldiğinde büyük İsrail için ortadan kaldırılacaktır. Bunlar da kendi aralarında Kurmançi, Zaza,Botani, Behdini  vd şeklinde bölünecektir. Uyanın ey Selahaddin Eyyubi’nin torunları! Bu bir tuzak.  Geçici bir takım menfaatler için gelin bu oyuna kanmayın. Bu planı beraber bozalım. Kocaman Osmanlı 19. yüzyıl milliyetçilik rüzgârları ile parçalandı. Önce Balkanlar, sonra Kafkaslar, daha sonra orta doğu hep bu etnik yapılanma ve vaatler yüzünden koptular. Dün Osmanlı sizi sömürüyor diye kandırılanlar bugün kimler tarafından nasıl sömürülüyor. Artık 19. Yüzyıl milliyetçiliği ile 21. yüzyılda yaşayan milletler ayakta kalamıyor. Ne makro düzeyde ne mikro düzeyde sürdürülen milliyetçilik bize yetmiyor. Bunu yeniden düşünüp millet olmaya, milletçi olmaya yönelmeliyiz. Aksi takdirde bu yönelişler hepimizi bütün Orta Doğu sakinlerini mahvedecektir.

Prof. Dr. FAZLI ARABACI

İSTİKRARI OYLAMAK

Onlar ki barış dediler hep fesadı ve çatışmayı beslediler. Kalkınmayı vaat ettiler sefalete sürüklediler. Modernleşmeyi överken, geleneği ve tarihi, bizi biz yapan değerler çökerttiler. Bu ülkenin gençlerini sağcılık solculuk adına yok ettiler. Türk’le Kürdü, Alevi ile Sünni’yi arasındaki mesafeleri genişletip derinleştirdiler.

Oryantalist bilgi ile dinin temelini dinamitlerken, ideolojik dini bilgi ile barış ve birleşme yerine ayrışmayı, merhamet ve sevgi yerine nefret ve şiddeti ürettiler.   Bu toprakların çocuklarını muhanete muhtaç ettiler. Nasıl idare edileceğimizi belirlediler. Kimlerin idareci olacağına karar verdiler. Kapitalist hedeflere ulaşmak için ne yiyeceğimizi, nasıl ve neyi giyeceğimizi belirlediler. Yeme kültürümüz, yerleşik örfümüz bozuldu, bizi geçmişe bağlayan köprülerimiz yıkıldı. Evimiz, evlenmemiz, eğlenmemiz onların dediği gibi oldu. Biz çalıştık onlar kazandılar ve zenginleştiler. Biz dediklerini yaptıkça “aferin, medenileşiyorsunuz, gelişiyorsunuz” dediler. Farklı Batı dışı modernleşmeye burun kıvırdılar. Demokrasinin Fransız, Amerikan, İngiliz versiyonuna evet derken “Türk”cesine itiraz ettiler. İslam’ın, İslamcasına, müslümanın müslümancasına itirazla radikalinden DEAŞ’lısına cı,cu’lu müslüman ya da ılımlı adı altında stratejik hedef ve amaçlarına ulaştıracak müslüman tipi oluşturdular.  Kadını kafesten kurtardılar, özgürlük adı altında binbir yöntem ve reklamlarla araç yaparak yeniden kafeslediler. Birilerinin kasası doldu, Anadolu insanı açlık ve sefaletten saçını başını yoldu.  Kendi ayakları üzerinde duracak, geleceğe umutla bakacak Cumhuriyetin çocukları hep ham hayallerle beslendiler. Ne sanayide, ne siyaset ve ekonomide, ne ulaşımda ve iletişimde ne eğitim ve bilimsel bilgide, ne teknolojik alanda muasır milletler düzeyine çıkamadık. 2002’li yıllara kadar 75-80 yıl böyle bekledik.  İMF ümüğümüzü sıktı. Bütün gelirlerimizi hortumladı.  Borç, faiz borcu gırtlağa geldi. Memur maaşları ödenemez hale geldi, esnaf yazar kasasını Başbakanın önüne fırlattı. Açlık, işsizlik son sınırlarına dayandı. Terör sarmalında bölünmenin eşiğine gelen ülke, siyasi, ekonomik ve toplumsalın diğer alanlarında şark meselesinin çözümü adına kadîm planlarının peşinde olanların ayak oyunlarına kurban edildi.

Ulaşım yollarının inşa edilemediği, ulaşım araçlarının değil kendisi, parçalarının dahi üretilemediği, savunma sanayimizin sadece adının konuşulduğu dönemde, savunma araçlarının temininde dışa bağımlılık ülkeyi acınacak hale getirmişti. Kendi uçağını, tankını, insansız uçağını, taarruz helikopterlerini, yapamazken savaş gemisi yapmak akla gelse de ekonomik ve siyasi istikrarsızlıktan ülke yöneticileri başını kaldıramıyordu.  Tek gidiş-gelişli yollardan çift yolları beğenmez hale geldik ve otoban talepleri gündeme gelmeye başladı. Ülke insanı her gün döviz büroları önünden geçerek acaba cebimdeki para ne kadar değer kaybetti düşüncesi ile yoluna devam ediyordu. Ekonominin lokomotifi sayılacak alanlarda dünya hızlı trenler gibi hareketli iken, bizler buharlı sistemin sisli ortamlarında bırakın geleceği önümüzü bile göremiyorduk.

Bu olumsuzlukları içimiz daralarak da olsa saymaya devam edebiliriz. Ancak çok söze gerek yok. Geriye dönüp bakmak geleceği inşa için önemlidir.   Yukarıda sayıp yazdığımız hususlar ise geçmiş hakkında bize önemli dersler verecek niteliktedir.

Türkiye bundan tam 13 yıl önce, 3 Kasım 2001 seçimleri ile koalisyonlardan, söylemi olan ancak eylemi, icraatı bulunmayan hükümetlerden kurtuldu. Kimilerine göre toplumun bazı kesimleri için korkulu rüya değil, korkulu günlerin başlangıcı olarak nitelenen ve bugün de hâlâ onlar tarafından korkulu günler yaşatmakla suçlanan 13 yıllık iktidar, hiç kimse kusura bakmasın Türkiye’nin 100 yıllık eksikliklerinin bir kısmını tamamlamış ve hâlâ yaralı bir şekilde tamamlama çabası ve gayreti içindedir.      

Anadolu’yu ayağa kaldıran ve şehirler arası ulaşımın kolayca yapılmasını sağlayan duble yollar, Ülkenin her yanını demir ağlarla örecek hızlı tren rayları, havalimanları, elektrik santralleri, barajlar, hastaneler, okullar, bazılarının henüz akademik alt yapısı tamamlanmasa da 81 ilin tamamında kurulan üniversiteler ve bünyelerinde açılan fakülteler, ilçelere kurulan ve sanayi için ara eleman yetiştirecek yüksek okullar ülkenin yeniden inşası, kendi ellerimizle kendi tarihimizi yapma mücadelesi değil de nedir? Bu projelerin yapımında, gerçekleştirilmesinde,  hatta şu anki konumu ve durumuna eleştiriler, öneriler, yeniden projeler getirilebilir ama bunları inkâr etmek, yok saymak gerçeklerin üzerini örtme değil midir? Ülke insanımıza, gençliğimize ve geleceğimize hizmet edecek bu çalışmaları sırf muhalefet olsun diye yok saymak, karalamak, iddia edilen bazı yanlışlardan hareketle iktidarı itibarsızlaştırma girişiminde bulunmak tutmaz, tutmayacaktır. Burada muhalefete düşen görev, mevcut icraatları kötüleme, yok sayma yerine, daha iyisini nasıl yapabilirizin peşine düşmektir. Daha iyisini yapabileceğini somut proje ve önerilerle kaynaklarını da göstererek ortaya koyan her siyasi harekete milletimiz imkân verir, ama önce güven vermek önemlidir. Kimse kusura bakmasın 13 yıldan bu zamana kadar yapılan icraatlardan hiç biri Cumhuriyet döneminde bu denli başarılı bir şekilde ortaya konamamıştır.

Bu dönemde Türkiye’yi yönetenler,  küresel aktörler ve onların yerli işbirlikçileri üzerine gelse de üçüncü Köprü’yle İstanbul’un boğazına üçüncü bir gerdanlık taktı, Marmara denizinin altından ‘Marmaray’ı geçirdi. Üçüncü havalimanı projesi ile birilerinin saltanatları sallandı. Tabiki Kanal İstanbul projesi de gerçekleşirse,  kurulu tezgahın  sahipleri hop oturup hop kalkacaklardır.

Daha çok yeni, 10 gün önce yerli arabanın ilk protitipleri tanıtıma çıktığında, burun kıvıranlar, taklit, çakma diyecek kadar çamur atanlar,  2020 yılında seri üretime geçildiğinde kimbilir ne yapacaklar? Bunlar, düşman çatlatan, Türkiye’yi ayakta tutacak, geleceğe taşıyacak, sürdürülebilir istikrarı yakalatacak projelerken, kuru muhalefete kurban edilemez.  Artık yerli tankımız, yerli topumuz, yerli silahımız, yerli füzemiz var ve biz de artık uzaya uydular gönderiyoruz. Artık eller uzaya giderken biz yaya değiliz.

Dün 1994’lerde İstanbul’a su temin edilemezken, belediye başkanlığından itibaren Istıranca dağlarını delerek İstanbul’u suya kandıran, Başbakanlığı döneminde Anadolu devini uyandıran, Anamur’dan – Girne’ye denizin ortasından Toros’ların suyunu Kıbrıs’a akıtan  bir lidere olmadık sözlerle, yaftalamalarla saldırmakla yazık edilmiyor mu? Kaçak dediğiniz Saray, Mimarlar odası gibi(aslında teknik olarak profesyonel anlamda çalışan bir dernek olması gerekirken) ideolojik bir yapılanmanın ürettiği adice tertiplenmiş itibarsızlaştırma operasyonu değil mi? Ankara’nın göbeğinde Atatürk’ün millete hatırası olan bir alanda millet için, gelecek nesiller için, ülke yönetiminin iktidar gücünü temsil makamı olarak yapılan külliye nasıl olur da siyasete malzeme yapılır? Orman çiftliği diye orada ne besleyelim?  Ne üretelim. Tavuk mu? Geyik mi? Büyükbaş mı olsun küçükbaş mı? Çiftlik olarak adlandırıldı diye hayvan mı yetiştirelim yoksa ihtiyaç hasıl oldu diye külliye yapıp ilkenin âlî menfaatlerine uygun politikalar mı üretelim. Yaşadıklarımız, yaşatılanlanlar,  politika üretememezliğin, akıl tutulmasının  belirtisi değil mi? Bu külliyenin eleştirisini yapanlar Cumhurbaşkanı seçildiğinde aynı yer de oturmayacaklar mı? Allah aşkına söyler misiniz. Ankara başkent olmadan önce ne idi? Kimin arazisi üzerinde idi. Tapu kadastrosu bile yoktu o dönemde.  Devlet ve ülke için Başkent yapılmamış mıydı orası. Beştepe’ye yapılan bu külliye gasp mıdır ki bunun üzerine taş atılıyor. Defalarca açıklanmadı mı ilgili kurumlar tarafından mevzuata uygun olduğu. En son çıkan mahkeme kararı da olumlu karar vermedi mi?

 Hayır mesele külliye falan değil, muhalefettekiler ülke ve geleceği için yukarıda saydığımız icraatlara bir şey diyemiyorlar, kendi dönemlerinde de ne yapıp ettikleri belli. Türk milletinin, Anadolu insanının hassas noktalarından meseleye yaklaşarak üretilmiş, aslı olmayan şeylerle milleti aldatıyorlar. Biz bu tür politik oyunları daha önce gördük ve bu tür oyunların esas kurucularını da biliyoruz. Onlar hep perde arkasında duruyorlar ve ülke adına boş politik vaatten başka sözleri olmayan bazı politikacıları bu şekilde yönlendiriyorlar. Önceden ellerinde olan basının gücü ile bu tür manipülasyonları daha iyi yapıyorlardı. Bunun farkına varan Sayın Erdoğan’ın basını yanına alması ile tek tabanca kaldılar. O da işe yaramıyor,  bu sefer yandaş ve havuz medyası adı ile sürekli vuruyorlar. Gelecekten kaygı duyuyoruz diyorlar, basın özgür yok diyorlar, Recep Tayyip Erdoğan ‘Diktatör’ diyorlar. Niye? Çünkü Recep Tayyip Erdoğan birilerinin hesabını bozdu. Birileri bu milleti durdurmanın, bu millete diz çöktürmenin hesabını yapmışlardı. Karşılarında Recep Tayyip Erdoğan’ı buldular. Recep Tayyip Erdoğan, 1821’lerde temeli atılan, 100 yıldan bu yana da kavgası sürdürülen ve uğruna ölümlerin olduğu ülkeyi bölünmeye götüren kavgaları bitirmek için baldıran zehiri içip ‘çözüm sürecini’ başlatmıştı. Coğrafyamız üzerinde kurgulanan tezgâhları dağıtmak için planlarını ve oyunlarını başlarına geçirmişti. Gezi ile saldırdılar.17-25 Aralık’ta paralel yapı ile darbeye teşebbüs ettiler. Cumhurbaşkanı seçtirmemek adına “Ekmek için Ekmeleddin” dediler, olmadı.  Ekmeleddini telaffuz edemeyip Emsaleddin diyenler oldu. Ekmeleddin bey’e Akif’in şiirlerini okuttular, o da şiirleri karıştırdı.  Neyse her türlü yol denendi. Yine tutmadı.  PKK’yı yeniden sahaya indirdiler. Seni Başkan yaptırmayacağız dediler. Sırtlarını PYD’ye YPG’ye dayadıklarını söyleyerek bunları destekleyenlerle tehdit ettiler. Reyhanlı’da, Diyarbakır’da, Suruç’ta, Ankara’da bombaları patlattılar faili devlet, iktidar ve Erdoğan dediler. Kimler mi? “Şark meselesi”ni ortaya atanlar. Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi, Türkiye’nin etkisizleştirilmesi için 1915’te Çanakkale’yi geçmek isteyenler. 1923’te Lozan’da bu topraklar üzerinde pazarlık yapanlar.  Atatürk’ten İnönü’ye  Türkiye Cumhuriyetini uydu yapmak isteyenler. 1950’ye kadar bu milletle devlet arasına duvarlar örenler. Menderes’i asanlar, merhum Erbakan’ı sosyal, ekonomik, politik ve savunma projelerinden dolayı durduranlar, Merhum Özal’ı şüpheli bir ölümle götürenlerdir bunlar. Şimdi Erdoğanı ve kurucusu olduğu partinin iktidarını etkisizleştirmeye çalışıyorlar. 7 haziran seçimlerinde muhalefetin anasından yavrusuna varıncaya kadar her biri söylemlerinde, siyasi programlarında farklı beyanları olsa da çelişkiler yumağında olmayı tercih ederek, Erdoğan aleyhinde olmada birleşerek, yanlarına paralel yapılanmanın renkten renge giren abi ve ablalarını da alıp ülkeyi seçimle koalisyona, bu yolla da kaosa götürmek istediler. Allah’tan planları tutmadı. Milletimize yeniden düşünmesi için fırsat verildi ve önümüze 1kasım 2015 seçim imkânı verildi.

Görünen o ki muhalefet partilerinden hiç biri tek başına iktidar olamayacak. Bunlardan CHP,   sonuçlar en azından 7 haziran seçimleri gibi olduğunda, MHP ve HDP ile ayrı ayrı  kolisyon kurmayı denese sayısal olarak güçleri yetmeyecek. Üçü bir araya gelse MHP HDP nin olduğu koalisyonda yer almayacak. Bunu sayın MHP lideri seçim konuşmalarında tekraren söyledi. HDP’nin dışında diğer partilerin alayıyla koalisyon yapabileceğini söyledi ama AK parti ile koalisyon için geçmiş dönemdeki şartlarını muhafaza etmektedir. Bu şartlı  koalisyon AK parti için mümkün görünmüyor. Gelelim AK parti ile CHP’nin kolisyonuna. Bu tür bir kolisyon gerçekleşmiş olsa da gerek parti programları gerekse siyasi kültür ve tabanların istekleri bakımından fazla yürümez görünmektedir.

Daha henüz 1 kasım 2015 seçimlerine şurada 4 gün varken ülkenin menfaatleri, istikrarı, başlanılan projelerin devamı açısından tek başına iktidar olabilecek bir partiyi desteklemek   geleceğimiz açısından son derece önemlidir. Bu bağlamda şöyle bir mantık yürütmenin de faydalı olacağını düşünüyorum.

Ak partinin bu zamana kadar vaatlerini yerine getirmede bir sorunu olmadı.  Hangi parti olursa olsun tek başına iktidara gelen siyasi kadrolar programlarını ve vaatlerini gerçekleştirmede daha başarılı olurlar. Koalisyon hükümetlerinde geçmişte de olduğu gibi her siyasi parti hükümet programlarında kendi siyasi kadrolarını kayıracak şekilde çalışacaktır. Ve bu çalışma modeli ülkeye zaman kaybettirecek, projeleri geciktirecektir. Ak partinin icraatlarının eleştirilecek görece ne kadar çok yönü olursa olsun, tek başına iktidara gelmesi her hangi bir koalisyon hükümetinden daha sağlıklı olacaktır. Hem bundan sonra eğer tek başına iktidar olursa Ak partinin icraatlarında ortaya çıkan rahatsız edici uygulamaların bundan sonra olacağına da ihtimal vermiyorum, şüphesiz insan unsuruna bağlı sıkıntılı durumlar istisna. Bundan sonra hem parti teşkilatında hem de eleştirilen bazı icraatlarda yeniden bir gözden geçirme hamlesinin olacağı partinin önde gelenleri tarafından zaten deklare edilmektedir.

 Bu durumda AK partiye yeniden güçlü bir destek vermek milli duruş  ve gelecek adına bir vebaldir. Zira Ak partinin kan kaybetmesi bu zaman kadar olan kazanımların tırpanlanması hatta Kılıçdaroğlu ile koalisyon olursa “restorasyon” adına bir çoğunun form, işlev ve içeriğinin değişmesi  an meselesidir.

Biz istiyoruz ki 13 seneden bu yana yapılan icraatlarla emekler boşa gitmesin. 1915 Çanakkale’sinin yeni bir versiyonunu sahneye sürenlerin ekmeğine yağ sürülmesin.  İnsanımız ekonomik bunalım, siyasi kaos ve terör belası ile yerlerde sürünmesin. Artık hizmet edenler hizmet ettiği sürece iktidarda kalsın. Kendini iktidara hazır görüp toplumsal alanı tek başına iktidara gelecek şekilde ikna edenler varsa meydan onlara da açıktır. Ancak görünen tablo o dur ki Ak Parti’den başka tek başına iktidara yakın bir parti yoktur. Bari gelmişken güçlü gelsin ki rahat çalışsınlar.

Unutmayalım bir oy ülke üzerinde oynanan bin oyunu bozar. Cumhuriyetimiz daim, Cumhurun görüşü kaim olsun. 

Prof. Dr. FAZLI ARABACI

GÖRÜNEN TEHLİKE VE BAZI ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

21.yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye, tarihte görülmemiş bir şekilde çok yönlü tehlikelerle karşı karşıyadır. Karşı karşıya olunan çok yönlü tehlikenin önemli bir saç ayağını oluşturan dini gruplar, din anlayışları ve buna bağlı yapılanmalar çok farklı yöntem ve tekniklerle Türkiye’miz aleyhine stratejik bir silah olarak kullanılmaktadır.

Yenidünya düzenine uygun projelerin gerçekleştirildiği bir zamanda  coğrafi konumu, demografik, sosyo-kültürel ve dini yapısına bağlı olarak yeniden stratejik değerlendirmelere konu olan Türkiye, dini içerikli yapılanmaların farklı şekillerde öne çıkarılmasıyla çok yönlü bir stratejinin uygulama alanına dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Bu bağlamda dini içerikli yapılanmalardan radikal olanlar ulusal ve uluslar arası bağlantılarla bir yandan zaman zaman iç güvenliği tehdit edici bir unsura dönüşürken, diğer yandan emperyal hedeflerin amaçlarına uygun olarak şekillendirilmek istenen Alevilik, yeni oluşturulmak istenen “Sünni olmayan dini azınlık”   durumuna getirilmek istenmektedir.    

Daha önceleri dini açıdan bu ve benzeri stratejik değerlendirmelerde takınılan tavırlara göre bazen ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklara sürüklenen, bazen etnik ve dini bölücülüğe varan yapay sorunlarla yüz yüze getirilen Türkiye,  ne yazık ki 21. yy.ın ilk çeyreğinde etnik bölücülüğün açtığı yaraların sarılması, çözüm arayışlarının olumlu sonuçlar vermeye başladığı bir aşamada    yeni  istikrarsızlık aracı olabilecek sorunlarla karşı karşıya bırakılmaktadır.  Bu sorunlardan birisi, en etkili ve tehlikelisinin  belirligüçler tarafından kontrol edilebilir istikrarsızlık aracı haline gelmesi ve  kullanılmasıdır.

Bu sorunun dışa vurumu, bir yandan terörü önceleyecek kadar yabancılaşmış olanlar için(Hizbullah, IŞİD türü) radikal dincilik adı altında, diğer yandan  İslam’ı, bilgiye dayalı değil, ideolojik ya da ılımlı kalıplarla yorumlayarak  kendilerine meşruiyet sağlayıcı uluslararası çevrelerin Türkiye’ye yönelik üstü örtülü projeleri çerçevesinde örgütlenmesi şeklinde ya da tarihsel süreç içerisinde farklı sosyo-ekonomik faktörlere dayalı olarak oluşan Aleviliği bir dini kimlik arayışına büründürerek    Türk toplumunu ve devletini zafiyete sürükleme faaliyeti şeklinde belirmektedir. Böyle bir kaotik ortamda AB uyum yasaları çerçevesinde kendilerine daha rahat bir faaliyet ortamı bulan dış mihraklı misyonerler ya da başka görevler adı altında misyonerlik yapanlar,  toplumumuzu bir arada tutan dini, tevhîdî değerleri akla gelmeyecek metotlarla altüst etmektedirler.

Tüketim kültürünün hâkim olduğu ve her şeyin kapitalist küresel sistemin devamlılığı uğruna tüketildiği bir çağda, büyük bir çoğunluğun sırf dini duygularını tatmin etme, inançlarının gereğini yerine getirme, içsel bir dinginliğe erme, bireysel ve toplumsal hayata yönelik manevi buhranların üstesinden gelme gibi  amaçlarla sarıldığı din gerçeği de ne yazık ki tüketilmekte, kullanılıp savrulan bir meta haline getirilmektedir. Postmodern söyleme dayalı tüketim kültürünü her geçen gün yaygınlaştıran etkin çevreler, ekonomik bağlamda pazar olarak belirlediği yerlerde postmodern tüketici kabileleri oluştururken, dini ve kültürel alanda kendi çıkarlarına uygun dini-etnik kabileleri üretmekte ya da mevcutları kendi lehine çevirmekte, teşvik etmekte ve desteklemektedirler.

Küresel yapılanmanın öncü gücü olarak kullanılan postmodern söylemin, çoğulcu istemleriyle parçalanan toplumsal bir yapıda kendi emelleri doğrultusunda yeniden yapılandırmayı hedefleyen aktörler, hakikatin birden fazlalığı tezleriyle gerçeği buharlaştırmakta, oluşturulan sisli ortamda her bir hakikat sahibini çarpıştırırken bu çarpışmalarda bir yandan (düşünsel, siyasi, ekonomik ve teknolojik alanda) ürettiklerini pazarlamakta,  diğer yandan aynı toplumun içinde mevcuda muhalif olanları destekleyerek kendilerine alternatif müşterileri hazırlamaktadırlar. Bu hazırlık aşamalarında halen mevcut olan ve meşruiyeti kendilerince kabul görmüş olanlar, söz konusu aktörlere kafa tuttuğunda, değişik metotlarla kirletilerek meşruiyet adına diğerleri devreye sokulmaktadır.

Bölgesel ve küresel düzeyde küreselleşme adına ülkemizde öne çıkarılan fakat bir stratejinin göstergesi olduğu gözlerden kaçmayan, misyonerlik faaliyetlerinin, dini kimlik arayışlarının ve sivil toplum kuruluşu olarak kendilerini takdim eden bazı dini yapılanmaların uluslararası bağlantıları dikkate alındığında meselenin boyutları ve derinliği ortaya çıkmaktadır.        

Nihai hedef olarak Türkiye’de toplumsal alanda postmodern söyleme dayalı yapay türde oluşturulan dini-etnik fay hatlarında zaman zaman artçı sarsıntılar oluşturulmak istenmekte, kısmen de başarılmakta ve bu sarsıntıların enkazından oluşturulacak parçalanmış bir toplum hedeflenmektedir.

Toplumsal yapımızı önce “kültürler mozayiği” ile tanımlayıp mevcut olan bütünleşmeyi dinamitleme girişimleri;   asırlarca bir arada yaşamış bu toplumun gerçekleriyle bağdaşmayan üretilmiş, yapay gerçekliklerdir. Çünkü Türk toplumu söylenildiği gibi mozaik değil, farklı etnik unsurlar ile tarihten günümüze dini, tarihi, sosyal, kültürel değerleriyle iç içe geçmiş, birbirinden kopmayacak şekilde kenetlenmiş alt kültürlerin Türk kimliği altında oluşturduğu bir gerçekliktir. Diğer bir ifadeyle Türk kimliği ırka, kabileye dayalı, etnik bir kimlik değil, tarih boyunca bir potada yoğrulan dini, tarihi geleneksel, mitik ve mistik öğelerle örülmüş bir sosyal muhayyilenin oluşturduğu kültürel bir kimliktir.

 Bu bağlamda ne dini ve tarihi değerlerde ne de sosyal, kültürel değerlerde toplumumuzun tılsımını bozacak içsel ve özsel bir problem bulunmamaktadır. Türkiye’deki problem Sevr’den bu yana emperyal hedeflere ulaşmak için dün çeşitli söylemlerle, bugün postmodern söylemlerle oluşturulan sun’i yapmacık toplumsal fay hatlarında gerçekleştirilmesi tasarlanan depremlerle yapılmak istenen tahribat neticesinde Türk toplumunu parçalama gayretleridir. Bu gayretler gerek dünya ölçeğinde gerekse bölgesel düzeyde küreselleşme adına yürütülen politikalarda, bu politikalara yön veren, meşruiyet kazandıran sözüm ona entelektüel faaliyetlerde, etnik ve dini kimlik arayışlarını körükleyen girişimlerde, kendine dışarıda meşruiyet arayan dini grupları sivil toplum örgütü adı altında harekete geçiren uluslararası etkin güçlerin faaliyetlerinde su yüzüne çıkmaktadır.

Türkiye üzerinde oynanan bu oyunlar ne yazık ki kendilerini sınırsızca özgür gören, dünya vatandaşı olarak niteleyen, vatansızlığın ne demek olduğunu yaşamayan ya da örneğini göremeyen omurgasızlar tarafından desteklenmiştir.

Anlaşılacağı üzere entelektüel alanda postmodern söylemin retoriğinde Türkiye üzerinde oyun oynayan küresel aktörler dün olduğu gibi bugün de siyasi anlamda Misak-ı Milli ile çizili sınırlar içinde fakat kültürel anlamda sınırlar ötesine taşan coğrafyamızı kaosa dönüştürmek için ülke içinde başardıklarını içerde, yapamadıklarını dışarıda hazırlayarak ülkemizi değişik yönlerden etkilemeye çalışmaktadırlar.

Türkiye’mizin Misak-ı Milli ile çizilen sınırları coğrafi-mekânsal bütünlüğümüzü garantilerken, kültürel coğrafyamız gönül dünyalarımızdaki bütünlüğü perçinlemektedir. Milli kültüre rengini veren bölgesel kültürler Türkiye’nin bir zenginliği, tarihten bugüne kadar bir arada yaşamanın en nadir örneklerini sunan göstergeleri olmaktadır. Ne var ki Osmanlının külleri üzerinde, Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasında elele, sırt sırta vererek mücadele eden toplumumuzun üyeleri, gerek dünya genelinde gerekse bölgesel düzeyde birbirleriyle rekabet halinde olan küreselleşmenin aktörleri tarafından dini, etnik ve kültürel çoğulculuk adına harekete geçirilmekte, ülkemiz birileri tarafından kontrol edilebilir istikrarsızlık alanına çekilmektedir. Bu bağlamda kültürün temel elemanlarından biri olan din ayrıştırıcı bir özelliğe büründürülerek bütünlüğümüzü tehdit eder hale getirilmektedir. Bu durum ülkemiz üzerinde emelleri olan küresel güçlere değişik açılardan imkân sağlamakta, yeteneklerini artırmaktadır.

            Peki, özünde toplumsal bünyeyi birleştirici ve bütünleştirici bir özelliğe sahip olan din nasıl olup ta parçalanmanın, bölünmenin sebebi olmaktadır?

Hepimiz biliyoruz ki Türk toplumu dinin özünden gelmeyen ama sosyolojik olarak oluşmuş, tarihten miras aldığı dini farklılaşmalara sahiptir. Ne var ki bu farklılaşmalar tarihi süreçte birer zenginlik olarak değerlendirilirken günümüzde hem içerden hem de dışarıdan ayrışmanın odağı haline getirilmek istenmektedir.

Bu bağlamda Türkiye’de etnik bölücülüğün kışkırtıldığı bölge de dâhil olmak üzere Çorumdan Sivas’a oradan Yemene kadar uzanan bir alanda Şia’nın jeopolitiğini oluşturma teşebbüsleri[1] son derece anlamlı görünmektedir. Bu haritada yer alan bölgeler aynı zamanda petrol yataklarının zengin olduğu yerlerdir.  Söz konusu haritayı incelediğimizde bir takım saptırmaların ve düzmecelerin olduğunu görüyoruz. Öncelikle Türkiye sınırları içinde gösterilen yerlerde dini açıdan Şia’ya mensup bir  vatandaşın yaşadığı söylenemez. Türkiye’de, bu bölgelerde tarihi olarak da Şiilik hiçbir zaman var olmamıştır. Söz konusu bölgelerde belirli sayıda, kendi aralarında farklılık içeren ve kendilerini alevi olarak niteleyen özbe öz Türkmen vatandaşlar yaşamaktadır. Bunlar kendilerini İran ve Yemen gibi ülkelerde mevcut bulunan Şia’dan tamamıyla ayırt etmekte ve bu tür benzetmelere karşı son derece tepki duymaktadırlar. Durum böyle olmakla birlikte Batı kökenli jeopolitik değerlendirmelerin yanında bazı komşu ülkelerin etkisiyle Türkiye Aleviliği ve Alevilerini Şia içerisinde göstermeler ya da ona doğru yönlendirmeler müşahede edilmektedir.

 Diğer yandan Türkiye Aleviliği ve alevileri üzerine bilinçli bilinçsiz yazılı ve görsel medyada, çeşitli entelektüel ve akademik çevrelerde spekülatif açıklamalar, ideolojik nitelemeler, Aleviliği ve Alevileri İslam dışı göstermeler yapılmakta, özellikle global ve bölgesel düzeydeki küreselleşmenin parçalayıcı mantığına uygun olarak Türkiye’de bir tür alevi kimliği oluşturmanın her yolu denenmektedir.

Parçalanmış bir Türkiye her zaman küresel aktörlerin lehine olacağından Türkiye’deki Alevilik olgusu (spekülatif olarak ayrı bir din, mezhep gibi ayrıştırıcı nitelemelerle tanımlanırsa) stratejik hesaplara konu olacaktır. Bunu en iyi kanıtı yukarıda Şia’nın jeopolitiği adı altında yapılan bir çalışmadır. Söz konusu harita aynı zamanda etnik bölücülüğün yaşandığı bölgeyi gösterirken ileriki zamanlarda devreye sokulabilecek B planında hangi stratejinin uygulanacağına ilişkin de bir kanıt olmaktadır. Hedef, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde oluşturulan milli birliği parçalamak ve ekonomik, siyasi, askeri menfaatler ve geleceğe yönelik stratejik planların uygulanması için dışarıdan kontrol edilebilir istikrarsızlık alanları oluşturmaktır.

Bu bağlamda ekonomik menfaatler uğruna son derece masum duygularla benimsenmiş bir din anlayışı olan Aleviliğin Bergama’da üç Tahtacı- Alevi-Çepni köyü (Tepeköy, Narlıca ve Pınarköy) örneğinde siyanürle altın çıkarmayı protesto etme eylemlerinde nasıl kullanıldığı bilinmektedir.  Gerçekleştirilen bu gösterilerin “tüm evrelerinde asıl olan bilgilendirme değil, ajitasyon ve provakasyonun olması(…), gösteriler süresince kullanılacak tüm sloganların, çevreciliğe, yabancı sermayeye karşı duyarlılığı fazla olan sosyalist, anarşist, nasyonal sol kesimin rahatça sahipleneceği söylemlerden seçilmesi gereklidir(…), Anti emperyalizm ve yabancı sermaye düşmanlığı bu söylemlerin merkezinde yer almalıdır…” şeklinde talimatlarla beslenmesi belirli amaçları sergilemektedir.

Bir dost ülkenin “Türkiye’de Altın Konsepti”nde yer alan talimatlarında  geçen bu ifadelerin hangi amaçlara matuf olduğu şu satırlarda daha iyi anlaşılmaktadır. “Bölgede ekonomik ve siyasal istikrarsızlığını koruyan ve sürdüren bir Türkiye, Almanya açısından yaşamsal önem taşımaktadır. Mevcut statükoyu değiştirebilecek tüm gelişmeler “tehdit” ve “risk” olarak algılanmalı ve önlem senaryoları hazırlanarak en pratik ve rasyonel biçimde uygulamaya konulmalıdır[2].

            Bu tür değerlendirmeler Türkiye’de Din’in nasıl yorumlanırsa yorumlansın, nasıl yaşanırsa yaşansın her halükarda stratejik hesaplara konu olduğunu ve olacağını göstermektedir. Nitekim son AB raporlarında Türkiye’de Alevi olan vatandaşlarımızın, dindaşlarımızın “Sünni olmayan Alevi azınlık” olarak gösterilmesi planlanan bir stratejinin göstergesi olarak belirmektedir.

Bu göstergelerden de anlaşılacağı üzere Dinin muhatabı olan ve onu pratik hayata aktaran insanın belirli bir coğrafi, sosyal ve kültürel ortamda yaşaması ve yaşadığı coğrafyanın jeopolitik, jeostratejik değerlendirmelerden ve yorumlardan bağımsız kalmaması,  küresel güçlerin coğrafyalara dayalı politikalarının yönlendirdiği eylem tarzı olan stratejilerle dinin ilişkisini ortaya koymakta,  bu durum dini, benimsendiği, yaşandığı toplum üzerinde geliştirilen stratejilere konu yapmaktadır.

Ne var ki dinin bu tür stratejilere konu yapılması içerde mevcut olan boşluklardan, bazılarına bilinçsizce sağlanan imkânlardan kaynaklanmaktadır.  Bunun için dine ilişkin bazı gerçekleri, bu çalışmanın okunan satırlara kadar gelinen ilgili bölümlerinde yer verilen hususları Alevisi ve Sünnisiyle bilmemizde yarar vardır.

Tarihte emperyal hedeflere konu olan ülkeler, teknik ve mekanik güce bağlı çok yönlü işgallerle bağımlı hale getirilirken, hiçbir zaman askeri güçle yenilgiye uğratılamayan Türk toplumu ekonomik, siyasi, kültürel ve dini yönlerden zafiyete uğratılarak bağımlı hale getirilmek istenmiş ve hâlâ istenmektedir. Bu zafiyetleri oluşturacak her türlü tezgâh içerden ve dışarıdan kurulurken, sosyal içerikli olanlar insan hakları, demokrasi ve özgürlüklerin sağlanması adına kamufle edilmektedir.

Din anlayışları adına yeni kimlik oluşturmak isteyenler, dünyaya anlam verirken,   kavram ve sembollere kendilerinin benimsediği tek anlamı yükleyerek farklı anlamların üretilebileceği sembolün anlam alanını daraltıp, bir yandan diğer anlamlarla(bu anlamları benimseyenlerle) aralarında sınır çizmekte başka bir yönden dini sembollerin anlamlarını tüketerek düşüncenin önünü tıkamaktadırlar.

Düşünsel olarak statik bir duruşu sergileyen bu anlayış, sosyolojik görünümüyle moderne meylederken yaralı bir bilincin göstergesi olmaktadır. Bu nedenle farklı tanımlamalara konu olan dini-etnik yapılanmalar modernitenin baskın etkisi karşısında kendini hapsettiği “düşünülemeyenler ve düşünülmek istenilmeyenler” alanından kurtaracak yerde, kendisinden kaçtığı modernliğin bir devamı olan postmodern söylemlere sığınarak çelişkiler içinde var olmaya çalışmaktadırlar. Ne var ki bu var oluş, kendisini korumak isterken kendinden kaçışı, bir mülteci olarak yâd ellere(Avrupa ve okyanus ötelerine) sığınmayı dayatırken, kontrol edilebilir istikrarsızlık stratejilerine araç olmaya mahkûm kılmaktadır.

            Sömürgeleştirilmiş İslam ülkelerinin bağımsızlık hareketlerini motive etmede çeşitli metotlarla dile getirilen radikal dini söylemlerin, bağımsızlık hareketlerinden sonra güdümlü rejimlere karşı eyleme dönüşmesi, bir yandan İslam ülkelerinde sancılı dönemleri başlatırken, diğer yandan birbirine muhalif ülkelerin ajanlarınca kullanılabilecek uluslararası eylemcilerin oluşumuna imkân sağlamıştır. Düşünsel olarak entelektüel bir üretime değil, ideolojik ve sloganik kalıplara dayalı, siyasi içerikli olmakla birlikte dini retorikle sunulan radikal söylem ortaya çıkış nedenini haklı gösterecek (sömürgecilere karşı ya da onların kontrolünde olan yöneticilere karşı olma gibi) hangi sebebe sarılırsa sarılsın bulunduğu toplumda sıra dışı kalırken aynı zamanda kontrol edilebilir istikrarsızlık stratejilerine malzeme olmuştur.

  Oysa İslam’ın özü her şeyin orta yolunu dikkate aldığından ne ifrata ne de tefrite yer vermiştir. Onu aşırı yapan da ılımlı yapan da eksik yapanda onun üzerinden hesap yapanlardır. Türkiye’de Radikal İslam üzerinden yapılan hesaplar tamamlanmış şu anda kenara çekilmiş, amaca ulaşılmış, ılımlı islam denenmiş son zamanlarda Türkiye’de ciddi istikrarsızların aracı haline getirilmiştir. Uzun zamanlardan beri devrede olan zaman zaman faklı şekillerde değişik platformlarda gündeme getirilen Alevilikkonusu yakın dönemlerde şayet çözüm süreci olumlu sonuç verirse çok ateşli bir şekilde devreye sokulacaktır. Bunun için her türlü dini, siyasi, ulusal ve uluslararası hazırlıklar da yapılmaktadır.   

 Türkiye’nin güven içinde olması bu ülkede yaşayan sağduyu sahibi herkesin arzusu ve beklentisidir. Ne var ki, bu ülke insanlarının birlikteliğini sağlamada önemli bir rol oynayan dinin,  temel referans kaynaklarına, toplumsal gerçekliklerimize dayalı olarak değil de bir takım iç ve dış oluşumların amaçlarına uygun olarak şekillen(diril)mesi, örgütlen(diril)mesi   zihinlerde farklı endişeleri uyandırmaktadır. Bu endişelerle Türkiye’de din alanında olup bitenleri değerlendirenler, dinin Türkiye’de oluşturulmak istenen sürdürülebilir istikrarsızlığı devam ettirmede bir araç olarak kullanıldığını rahatlıkla görebileceklerdir.

Bilindiği üzere Soğuk Savaş´ın sona ermesiyle birlikte, dünya sistemi büyük değişimler yaşamış, bu sebeple ortaya yeni teoriler çıkmıştır. Daha önceki teorilerde jeopolitik durum öne çıkarılarak buna bağlı unsurlar üzerinden stratejiler geliştirilirken küreselleşme süreciyle jeopolitiğin beşeri unsurlarından olan din ve kültür üzerinden, bize göre yeni olan ve dikkate alınması gereken teopolitik üzerinden, coğrafyalara müdahale edilme stratejileri geliştirilmeye başlanmıştır.  Samuel Huntington´un, “Medeniyetler Çatışması”, Fukuyama´nın ´Tarihin Sonu” ve Zbignew Brezinski´nin “Büyük Satranç Tahtası” teorileri bu bağlamda değerlendirilebilir.

Bu değerlendirmelere geçmeden önce teopolitik kavramının anlam alanı ve sınırları üzerinde bazı hususları paylaşmakta yarar görmekteyim.

Jeopolitik kavramının işaret ettiği gerçekliğin unsurları arasında yer alan dinin, bağlı olduğu jeopolitiğin coğrafi sınırlarının dışına taşması, belirli bir jeopolitiğin sınırları içinde ve dışında kendisiyle ulusal ve uluslararası siyasete yön verilmesi, bölgesel ya da küresel düzeyde stratejilere konu olması, kısaca ulusal ve uluslararası siyasette fiziki coğrafyanın yerine dini coğrafyanın geçmesi yeni bir kavramı, teopolitik kavramını devreye sokmaktadır.

Burada kullandığımız teopolitik kavramı dinin referans alınarak kendisiyle siyasetin yapıldığı bir eyleme işaret etmez. Her hangi bir dine göre şekillenmiş toplumun, üzerinde yaşadığı coğrafyada ve onu aşan diğer coğrafi alanlarda dini olarak şekillenen harita üzerinde siyasete yön vermesine göndermede bulunur.

Kendisi üzerinde üretilen “Dinlerin ve medeniyetlerin çatışması” gibi  teorilerden,   küresel alanda İslam’ın yeri ve rolünden, dini inanca dayalı olarak hedeflenen ve gerçekleşmesi için yayılmacı bir politika izlenen “arzı mev’ud”dan söz ediliyorsa, bu, dinin ulusal ve uluslar arası siyasete verdiği yöne işaret etmektedir. Bu durumda nasıl ki jeopolitik coğrafyanın siyasi yorumu oluyorsa, teopolitik te dini coğrafyanın siyasi yorumu olmaktadır.   Bu bağlamda teorik olarak İslam’ın jeopolitiğine ilişkin yazılan makale ve kitaplar örneğin daha önce andığımız Thual’ın geliştirdiği “Şia’nın jeopolitiği”aslında bir teopolitik olarak değerlendirilmelidir.    

Uluslararası ilişkilerde özel gerçeklikler önemli bir boyutu teşkil etmektedir. Nitekim dini grupların ve inanç sistemlerinin, teşkilatlanmış dini örgüt ve yapılanmaların küresel ve bölgesel düzeyde gerçekleştirilmek istenen yeniden yapılanma girişimlerinde denge unsuru haline gelmesi ya da belirli bir dengeyi oluşturmak için kullanılması bunu göstermektedir.   Türkiye’nin etrafında mevcut bulunan Güney Kıbrıs’tan Rusya’ya kadar uzanan Ortodoks yarı çemberinin pekiştirilmek ve bir güç haline dönüştürülmek üzere Fener Rum Patriğine ekümenik sıfatını verme dayatmaları, AB ve ABD’nin bu dayatmalarına karşılık Rusya’nın karşıt girişimleri örnek olarak gösterilebilir.   

Jeopolitik alanın genişliği, üzerinde strateji geliştirilen coğrafyanın büyüklüğünü ortaya koyarken, bu coğrafyada mevcut kültürler ve dinler üzerinde geliştirilen teopolitik ve buna bağlı stratejiler uluslararası siyasetin derinliğini gösterir. Küresel güçler bir yandan jeopolitik alanı genişletirken diğer yandan teopolitikle aynı alan üzerinde derinlemesine etkinliklerde bulunmaktadır.Burada yeri gelmişken hemen belirtmek gerekirse  ABD’nin  belirlediği jeopolitik hedeflerin güvenliğini sağlayacak her türlü imkanlara ulaştığı ve jeopolitik olarak kontrol edilmesi gereken tüm noktalarda üslerinin konuşlandığını ve savaş uçak gemilerinin demirlendiğini söylemek mümkündür. ABD içinartık önemli olan belirlenmiş jeopolitik hedefleri, coğrafyaları derinliğine yani teopolitik ve jeokültürel olarak kontrol etmektir.

 Teopolitiğin işaret ettiği dini sınırlar, kendi coğrafyasını aşan dini yapılanmalar, dinin uluslar arası siyasi dengelerde oynadığı rolü ortaya koymaktadır.  Tam bu noktada fiziki coğrafya ile dini coğrafyanın çakıştığı ya da fiziki coğrafyanın dini coğrafya tarafından aşıldığı bölgelerde kısmi ya da bütün olarak jeostratejiler ve teostratejiler geliştirilmekte din ve o dine mensup olanların uygun olanları ya da özel seçilip eğitilenleri,  belirli bir jeopolitiğin ya da teopolitiğin gerçekleşmesinde stratejik olarak kullanılmaktadır.

Bilindiği üzere strateji askeri bir kavramdır. Ancak bu kavram artık askeri alanın dışına taşıp, ekonomiden siyasete birçok alanda kullanılmaya başlamıştır. Bu kullanımlarda strateji kavramı belirlenen hedefe ulaşmak için çeşitli araçların ve kaynakların devreye sokulmasına işaret etmektedir. İşte din, dine ait yorumlar, dindarlar, dindarların oluşturduğu yapılanmalar dün olduğu gibi küreselleşme sürecinde oldukça ince ayarlı, gelişmiş yöntem ve tekniklerle ulusal ve uluslararası siyasetin gerçekleşmesinde bir araç olarak kullanılırken stratejinin konusu olmaktadır. Diğer yandan bizzat dini organizasyonlar, kiliseler, dini cemaatler de kendilerine yer edinme, meşruiyet kazanma ve uluslararası etkinliklerde bulunmak amacıyla kendilerine özgü stratejiler geliştirirken dini, stratejinin konusu yapmaktadırlar. Böylece ulusal ve uluslararası siyasetin aktörleriyle herhangi bir din, kilise ve cemaatin önder ve aktörleri zaman zaman aynı stratejilerle örtüşerek ya da karşıt stratejilerle ulusal ve uluslar arası siyaseti etkilemektedirler.  

Herhangi bir devletin belirlediği stratejileri hazırlama ve gerçekleştirme esnasında dinin kutsallığını kullanarak toplumu kontrol etmeye yönelmiş, bağlı olduğu devletin kontrolünden bağımsız olarak hareket etmeyi hedefleyen ve meşruiyetini dışarıda aramaya yeltenen dini cemaat ve grupları dikkate alması teostrateji kavramına davetiye çıkarmaktadır. Bu çerçevede jeopolitikte jeostratejinin yeri ne ise, teostratejinin yeri de teopolitikte o olmaktadır.   Jeostrateji, jeopolitik değerlendirme ve yorumlara göre geliştirilen, üretilen hareket tarzları ya da bunlar arasından seçilen birinin uygulanmasını nitelerken, teostrateji, belirli bir dini coğrafyayı oluşturan teopolitik alanda mevcut din, dine ait yorumlar, dindarlar, dindarların oluşturduğu yapılanmalara ilişkin geliştirilen, üretilen hareket tarzları, bu hareket tarzlarından birinin ya da bir kaçının farklı yöntemlerle uygulamaya konulmasını içermektedir.

Teostrateji hedeflenen ülke ya da ülkelerde mevcut bulunan dini yorumların, oluşumların incelenerek belirlenen amaçlar çerçevesinde yönlendirilmesi, araç olarak kullanılmasıdır.  Aşağıda vereceğimiz örnekler bu kullanımı daha da açıklar mahiyettedir.

1946’larda W.C.Bullit’in ortaya koyduğu soğuk savaş kuramına göre Tanrıtanımaz komünizme karşı bölgesel dini federasyonlar vardı. Bunlar Avrupa’da Hıristiyanlık, Orta Doğuda Müslümanlık, Asya’da Konfüçyanizm üzerine kurulan federasyonlardı. Sovyetler yıkıldıktan sonra bu bölgesel federasyonlar tek dünya federasyonu için eritilecekti.. Hungtinton’ın Medeniyetlerin çatışması teorisi işte tam bu dönemde devreye girdi. Bu teoriye göre soğuk savaş döneminde sağlanan imkânlarla gelişip organize olan dini birliktelikler, dini bilinç ve kimlik, milli kimlikle kaynaşan dini inançlar çatış(tırıl)arak eritilecektir. Bugün çok kültürlülük,   dini çoğulculuk, çok hukukluluk adı altında yapılıp edilenleri başka türlü izah etmek hedef şaşırmaktan başka bir şey değildir. 

Hungtinton Medeniyetler çatışması teorisini daha önce ileri sürdüğü “Demokrasilerin Yönetilemezliği” tezini dikkate almadan üzerinde fikir beyan etmek ya da yorum yapmak yanlışlığa sevk edecektir. Bu tezde Hungtinton ABD’nin düşmanını ararken geliştirmiş olduğu medeniyetler çatışması teorisinde hedefi belirlemekte ve oluşturulacak stratejilerin ana temalarını ortaya koymaktadır. Demokrasilerin Yönetilemezliği tezine göre “ABD kendisini hep bir düşmana bakarak tanımlamıştır. Kuruluşundan beri kendini tanımlamada hep düşmanını kullanmıştır. 19. yy.da ABD için düşman monarşik Avrupa olurken, 20. yy.ın başından ikinci yarısına girene kadar Nasyonalist sosyalist Almanya düşman olarak görülmüş, kendisini ona göre tanımlamıştır. Daha sonra komünist Avrupa ve Sovyetler Birliği ABD’nin düşmanı olmuştur. Sovyetlerin dağılmasından sonra ise şimdi kim ve ne? Soruları gündeme gelmektedir. Hungtinton, nasıl ki Sovyetleri bir arada tutan komünist ideoloji ise bizi bir arada tutan liberal ideolojidir. Eğer liberal ideoloji karşısına koyacak bir düşmanımız olmazsa, bizim de gideceğimiz yer, tarihe gömülen Sovyetlerin yanındaki çöplüktür” diyor.

İşte “medeniyetler çatışması” teorisi bu arayışın ürünü ya da belirlenen düşman üzerinden yürütülecek politikanın dışa vurumudur. Bu teoriye göre düşman bulunmuş, geliştirilecek stratejilerin ana hatları ortaya çıkmıştır.

Hungtinton’un medeniyetler arası çatışma teorisini The National Intelligence Council (NIC)  adlı raporla beraber okuduğumuzda bunun nasıl bir teopolitik olduğunu ve ne tür stratejileri geliştirmeye açık olduğunu rahatlıkla görebiliriz.

2020’lerde dünyada gerçekleştirilmesi düşünülen bir devrimin gerçekleşme ihtimalini güçlendiren The National Intelligence Council (NIC)  adlı raporda, gelecek 15 yıl içinde insanların kendilerini tanımlama açısından dini kimliğin çok daha önemli olacağı belirmektedir.[3] Amerikalılar bu bakış açılarını sadece İslam’a özgü olarak değil, aynı zamanda Çin’de Hıristiyanlığın yayılacağını ve Batı dışı dünyada Hıristiyanlığın ağırlığının artacağını, farklı geleneklerde dini eylemlerin tırmanışa geçeceğini öngörüyorlar[4] denmektedir.

Belirli hazırlıkların yapıldığı ya da mevcut durumların stratejik olarak değerlendirmeye alındığını ele veren bu öngörü raporundan yaklaşık onüç yıl önce Hungtinton’un medeniyetler çatışması teorisi mikro düzeyde din, etniklik ve kimlik üzerine kurulurken,  makro düzeyde bunların her üçü üzerinde ama daha çok dinin etkin olduğu şekilde medeniyetlerin farklılığı üzerine kurulmuştur.

Gelecekte dünyanın şekillenmesinde yedi ya da sekiz medeniyetin (Batı, Konfüçyüs, Japon, İslam, Hint, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve muhtemelen Afrika) etkili olacağını, mücadelenin bu medeniyetler arasındaki fay kırıkları boyunca gerçekleşeceğini söyleyen Hungtinton, bu fayları oluşturan öğelerin tarih, dil, kültür, gelenek ve en mühiminin din olduğunun altını çizmektedir. Uluslararası politikalara yön veren Hungtinton gibi stratejistin ifadelerinin bize göre söylediği şudur:  Soğuk savaş öncesi oluşturulan modern dönem jeopolitikler üzerinden etkin siyaset ve stratejiler yerini teopolitik üzerine kurulu siyaset ve stratejilere bırakmalıdır. Nitekim teopolitik, doksanlı yıllardan beri yukarıda zikredilen raporda da ifade edildiği üzere daha etkin bir şekilde üzerinde siyaset ve strateji geliştirilen alanlardan biri olmuştur ve olmaya devam edeceği anlaşılmaktadır.

Hungtinton “insanlar kimliklerini etnik ve dini terimlerle tanımladıkça farklı din ve etnik yapılara mensup insanlarla kendileri arasında birbirlerine karşı bir ‘biz’ ve ‘onlar’ ilişkisinin var olduğunu muhtemelen göreceklerdir”[5]  derkenmedeniyetler arası çatışmada mücadelenin farklı nedenlere bağlı değişik kültürlerden olan insanların bir arada bulunmalarındaki etkileşimlerle kendi tarihlerinin derinliklerine ve mensup oldukları medeniyetlerinin şuuruna varmalarıyla gerçekleşeceğini söylemektedir.

Dünya çapındaki sosyal değişme ve ekonomik modernleşme süreçlerinin insanları kendi kimliklerinden kopardığı ve bunların aynı zamanda milli devletleri zayıflattığı üzerinde duran Hungtinton, oluşan boşluğu doldurmak için dini fundamantalizmin devreye gireceğini ve çoğu defa fundamantalist akımların oluşacağını vurgulamaktadır. Son zamanlarda Suriye ve Irakta Müslüman kanı akıtan IŞİD bunun bariz örneğidir.  1993’lü yıllarda mikro düzeyde milliyetçiliğin devreye sokularak toplum fertlerinin ulusal kimliklerinden koparılacağının, Alevilik gibi ülkemizde yer alan dini inanç biçimlerinin kimlik oluşturmanın aracı olacağının, Afganistan gibi hedeflenen ülkelerde radikal dinci akımların oluşturularak teröre bulaştırılıp, müdahale etmenin gerekçesini teşkil edeceğinin fısıltıları olan bu vurguların gerçekliği bugünlerde ayan beyan ortadadır.  

Siyasi ve ekonomik olanlara nispetle daha az değişme eğilimi gösteren kültürel özellik ve farklılıkların uyuşma ve ayrışmalarının da bu yüzden onlara göre daha kolay olduğunu vurgulayan Hungtinton, eski Sovyetlerdeki komünistlerin demokrat, zengin ve fakir olduklarını fakat Rusların Estonyalı veya Azerilerin Ermeni olmadıklarını söyleyerek kimliğin belirleyici unsurlarına göndermede bulunmaktadır. Sınıf ve ideoloji mücadelesindeki “sen ne taraftasın” sorusunun yerini “sen nesin” sorusu almıştır diyerek bunun bir veri olduğunu, değiştirilemeyeceğini vurgulamaktadır. Dinin etniklikten daha fazla bir ayrım yaptığını özellikle belirten Hungtinton, izlenmesi gereken stratejinin, yani teostratejinin adını koymaktadır[6].

Hungtinton’un medeniyetler çatışması teorisi baştan sonuna kadar verili teokültür üzerine kurulu teopolitiğin stratejilerini ele vermektedir.

Türkiye’yi en derin biçimde bölünük bir ülke olarak niteleyen Hungtinton[7] gelecekte insanların kendilerini medeniyete göre tefrik ettikçe (medeniyetler birbirlerinden tarih, dil, kültür, gelenek ve en mühimi din yoluyla farklılaşırlar diyerek[8] Sovyetler Birliği ve Yugoslavya gibi farklı medeniyetlere mensup çok sayıda kavmi bünyesinde barındıran ülkelerin parçalanmaya namzet olduğunu söylemektedir. Buna ilaveten diğer bir kısım ülkeler ki ona göre en aşikare prototip Türkiye’dir, vasat seviyede kültürel bir tecanüse sahiptirler fakat toplumları hangi medeniyete mensup oldukları konusunda bölünmüşlerdir[9].

1993’lerde dile getirilen ve kehaneti içeren demeyeceğim, bir projenin dışa vurumu olan, bu ifadeler Türkiye’nin bölünmesi konusunda bugüne kadar yapılıp edilenlerle beraber değerlendirildiğinde Hungtinton’un bir teopolitik ve buna bağlı stratejiler zincirinin halkalarını sıraladığı anlaşılacaktır.

Milli devletin oluşturduğu toplumsal uzlaşmanın ve bütünleşmenin tılsımını bozmak için bizi sözüm ona tarihle barıştırmak isteyen Hungtinton, 1997’de Sermaye Piyasası Kurulunda vermiş olduğu konferansta kendisine Türkiye’deki demokrasiye ilişkin yöneltilen bir soru üzerine akademik bir mütevazîlik(!) sergileyerek buyurur ki: Ben bir Osmanlı tarihçisi değilim. Fakat benim intibaım o ki, Osmanlı imparatorluğu bütün düzenlemeleri kendisi oluşturmadı. İmparatorlukta çok sayıda etnik ve dini grup özerk bir yapıda, kültürlerini ve dinlerini koruyacakları şekilde kendi kendilerini yönettiler. Ve bana öyle geliyor ki belki de zamanın o bölümüne farklı bir gözle bakmalıyız. Bütün mesele bir bütünlüğe sahip olan devletlerimiz olduğu imajından uzaklaşmak, söylediğim gibi, daha esnek düzenlemeler geliştirmemiz gerektiğidir[10] Dini ve kültürel çoğulculuk düşüncesinden hareketle Türkiye’de çok hukukluğu savunanların Türkiye’yi götürmek istedikleri noktada birleştikleri anlaşılan Hungtinton’un kimlere akıl hocalığı yaptığı ya da kimlerin düşünceler ile örtüştüğü ortaya çıkmaktadır.

Bu niyeti daha da açığa vuran şu ifadeleri okuduğumuzda meselenin etnik boyutu da ortaya çıkmaktadır. “farklı bir kimliğe sahip ve kendilerine ait bir bölgede yaşayan insanlarımız varsa ve komşu ülkelerin sınır topraklarında aynı kimliğe sahip insanlar yaşıyorsa sonunda daha da çözülemez hal alır. Bu durumda pek te bir şey yapılamaz. Buna göre böyle sorunların çözümüne yönelik daha fazla işe yarar siyasal ve anayasal düzenlemeler içeren çalışmalara küresel ihtiyaç duyulmaktadır[11]”.

Küresel politikalara uygun olarak geliştirilen kültürler ve medeniyetler çatışması stratejisinin Türkiye ayağında çeyrek asırdır yapılan faaliyetlerin geleceği son noktayı haber veriyor Hungtinton. Amerikalı bir subayın İtalya’daki NATO karargâhında ifşa ettiği haritanın sınırlarıyla Hungtinton’un Türkiye’nin Güneydoğusunda inşa edilmek istenen yapay devletle“komşu ülkelerin sınır topraklarında aynı kimliğe sahip insanlar yaşıyorsa sorun daha da çözülmez hal alır” ifadesi örtüşmektedir.  Türkiye tıpkı Irak’ta yapıldığı üzere orta vadede bölünmeye doğru sürüklenerek federatif bir yapıya kaydırılmak istenmektedir. Irakta etnik ve dini olan(sünni, şii, kürt)  bölünmenin benzeri Türkiye’de(Sünni- Alevi, Türk-Kürt şeklinde) hazırlanmaya çalışılmaktadır. İkisi arasındaki yöntem farkı birinde fiili müdahale diğerinde zihni müdahaledir.

Medeniyetler arası çatışmanın nasıl önlenebileceğini Türkiye örneğinde değerlendiren Hungtinton, Küresel güç politikasına uygun olarak geliştirilen planların haberini vermekte ve dine gerekli stratejik işlevi yüklemektedir. Batı medeniyet havzasında bulunanların 3–4 yüzyıl savaştıklarını, artık onlar için savaşın düşünülmeyecek bir şey olduğunu(çünkü Batı Avrupa Küresel merkeze bağlanmıştır) ancak İslam medeniyetinin “savaşan devlet aşamasında” olduğunu söylemektedir.

Bu bilgiler ışığında genelde dünyada, örneğin müdahale sonrası Irak’ın dini ve etnik olarak nasıl üçe bölündüğünü ve özelde Türkiye’de ve Türk cumhuriyetlerinde misyonerlik faaliyetlerinin niçin hızlandırıldığını,   Türkiye’de alevi-sünni ayrımının niçin bir kimlik arayışına dönüştürüldüğünü  anlamak sanırız zor olmayacaktır. 

Medeniyetler ve kültürler arası çatışmanın olacağı iddia edilen toplumlarda (örneğin Türkiye’de) bir yandan göstermelik  dinler arası diyalog söylemleri ve eylemleri, etkinlikleri gerçekleştirilirken toplumun ayakta kalmasını sağlayan tüm unsurlar birbirinden koparılmakta, belirli bir kültür ve medeniyete bağlı olarak kurulan toplumsal yapı postmodern düşüncenin büyülü ve gündelik cazibeleriyle kurgulanan, hayal edilen mikro düzeydeki hakikatlerle erozyona uğratılmaktadır.

Bu girişimler, tek kutuplu küresel dünyanın kurulmasına yönelik olarak, iletişim ağlarının sağlamış olduğu imkânlarla bir yandan büyük anlatıların sona erdiği, ideolojilerin dini ve kültürel inançların, bütünlüklerin krize girdiği tezini kanıtlamaya çalışan düşünce grupları ve bilgi cemaatleriyle işletilmektedir. Diğer yandan her kültür ve inancın kendi hakikati içinde tutarlı ve anlamlı olduğu tezini ileri sürerek(ileri sürdükleri tezle çelişir biçimde) tek merkezli dünyanın efendilerine itaatkâr postmodern kabileler üretmenin dini, fikri, siyasi temelleri oluşturulmaktadır.

NE YAPMALI ?

Türkiye’de din hizmeti veren sivil-resmi din adamları, sözünü ettiğimiz stratejilerden haberdar edilmedikçe, bunlar kendilerine hizmet içi eğitimlerle anlatılmadıkça bilerek ya da bilmeyerek bu stratejilerin nesnesi olacaklardır. Türkiye’de bir yandan bu tür hizmet içi eğitimlerle din görevlileri bilinçlendirilirken, üzerinde sürekli oynanan, suistimal edilen, siyasete malzeme yapılan din öğretimi yeniden ele alınmalı ve ülkemizin, cumhuriyetimizin geleceğini inşa etmeye, toplumsal bütünlüğümüzü korumaya yönelik olarak yeniden düzenlenmelidir.  

Din öğretimi mevcut haliyle ferdi ve toplumsal ihtiyaçlara, yaşanan problemlere yeterli çözüm getiremiyorsa, kendini yenileyecek yerde tarihi tecrübenin dışında yapılanmış her hangi bir dini oluşumun, grubun bakış açısıyla sınırlanarak mevcut halini korumak için bir yandan siyasi alandan destek arayıp aynı zamanda siyasi alanı yönlendirmeye çalışırken  küresel düzeyde gerçekleştirilen stratejik hedeflere konu oluyorsa, bu durum  din öğretiminin bizzat kendisinin çözümsüzlüğün öznesi durumuna geldiğini göstermektedir.

 İnsanlığa çözüm üretmek, önünü açmak için sonsuzluk alanından gelen ve tarihin dikey ve yatay boyutlarında insanlığın karşılaştığı sonsuzca sorunlara çözüm üretmeyi barındıran dinin, din öğretiminin çözümsüzlüğün öznesi olması hem amacı bakımından hem de kendisine çözüm için başvuran inananlar açısından son derece problemli görünmektedir.

Toplumsal alanda bilinen istikrarsızlıklara yol açıcı haliyle sunumu yapılan ve ülkemizde temiz dini duygularla dini anlamaya ve yaşamaya çalışan dindarları muhatap alan din öğretimi, oluşturduğu düşünce ve zihinsel yapılanmaların eyleme dönüştüğü kaotik ortamda, yaşanan ferdi ve toplumsal problemlere cevap verecek bir anlayışı tesis edemez görüntüsü vermektedir. Böyle olunca fert ve toplum hayatını yakından ilgilendiren, toplumun değişim ve dönüşümünde, istikrar ve güvenlik içinde var olması ve ilerlemesi açısından olumlu ya da olumsuz bir etken olarak devreye giren din öğretimi, gerek içerdiği bilgiler açısından gerekse bu bilgilerin toplumsal alanda yol açacağı yankılar açısından toplumsal gerçekliği dikkate almak zorundadır. Kısaca belirtmek gerekirse, din öğretimi, dünyada değişen paradigmayı, bunun ürettiği dili anlayıp kendi tarihi, sosyal, kültürel evrenini oluşturan bilgi kaynakları ve gerçeklikleriyle yoğuran, tarihi tecrübe ve bulunduğu stratejik konum açısından yorumlayan bir zihniyetin yansıması olmalıdır.   

Türkiye’nin sosyal yapısı ve dini yapılanmalar dikkate alınarak farklı dini sosyalleşmelere yol açmamak ve toplumsal bütünlüğü sağlamak için Din öğretimi çerçevesinde verilecek dini bilgilerin içeriği yeniden gözden geçirilmelidir. Din öğretimi   her hangi bir dini grubun epistemolojisine göre değil, İslam’ın temel prensipleri üzerine kurgulanmalıdır.

Bilindiği üzere hiçbir ülkenin dini, tarihi, sosyal gerçeklikleri birbirine uymadığı gibi aynı ülkenin farklı tarihi süreçler içerisinde beliren tarihi, sosyal, dini gerçeklikleri bile birbirine uymayabilmektedir.

Bir takım dini çevrelerin İslam tarihi içerisinde epistemik farklılıklar çerçevesinde oluşan dini mezhepleri, grupları dikkate alarak batı toplumlarında hem epistemik hem yapısal hem de örgütsel olarak birbirinden ayrılmış Katolik, Protestan, Anglikan, Presbiteryen vb. mezheplere ve bunların oluşturdukları kiliselere benzeterek bir yapılanmayı önermesi bizim tarihi gerçekliklerimiz ve İslam’daki mezhep anlayışı açısından tutarsız görünmektedir.

İslam tarihinde oluşan mezhepler alternatif bilgi üretimine bağlı olarak meydana gelmiş, kilisesi olmayan ve kilise etrafında örgütlenmeye benzer bir örgütlenmeyi tasvip etmeyen hatta parçalanıp bölünmeyi eleştiren bir özellik taşımaktadır. Oysa batıdaki kiliselerin her birinin dogmatik, bilgisel ve örgütsel yapısı birbirini ret ve inkâr eden bir temel üzerine kurulmuştur. İslam’daki mezhepler ve bu mezheplere dayalı olarak oluşan yapılanmalar hakikatin birlikteliğini öncelerler. Bugün görünen ayrışmalar siyasi ve sosyolojiktir. Batı ülkelerinde kiliseler etrafında oluşan dini yapılanmalar birbirlerini tanımadıklarından devletin bunlardan herhangi birisini sahiplenmesi tarafsızlığını zedelemekte, dolayısıyla tarafsız bir tavır takınmayı gerektirirken, kiliseleri kendi öğretileri içinde serbest bırakmaktadır. Ancak bu serbestiyet devletten bağımsızlığı, devlete karşıt bir yapılanmayı, devletin laik ya da seküler rejimine karşı tavır almayı da içermemektedir. 

Söz konusu ülkelerdeki din-devlet ilişkileri ve bu ilişkilere bağlı olarak yapılanan din öğretimi, bu ülkelerde din öğretiminin toplumların kendi tarihi sosyal ve dini şartlarına göre şekillendiğini göstermektedir. Bu durum bize her hangi bir ülkenin model alınmasını değil, bu ülkelerin oluşturdukları modellerde takip ettikleri yöntemi dikkate almayı, yani kendi ülkemiz ve toplumumuzun şartlarına göre bir model oluşturmayı gerektirmektedir.

Din öğretimi veren öğretmenlerin sürekli kendilerini yenilemeleri için hizmet içi kurslarından geçirilmeleri gerekir. Hizmet içi eğitimin verildiği yerlerde özel, nitelikli(tatil yapma amacıyla bir yerlere gitmeyi ayarlayan değil) öğretim üyelerinin görevlendirilmesine özenle dikkat edilmelidir.

Burada kısaca arzettiğim problemlerin ortadan kaldırılıp ülkemizin gerçeklerine uygun bir din anlayışını gerçekleştirmek ve büyük güçlerin dini aleyhimize kullanmalarının önüne geçmek için gerekli önlemleri almak zaruri görünmektedir. 

Bu önlemler ne olabilir sorusu yöneltildiğinde öncelikle içerden düşünen, bu ülkenin değerlerine bağlı, menfaat peşinden koşmayan ve kendisine teklif edilebilecek her hangi bir menfaati elinin tersiyle itecek olan ilahiyatçılardan ve uygun görürlerse alevi önderlerinden müteşekkil özel bir çalışma grubunun kurulmasıdır.

Bu çalışma grubu, ilgili kurumlarla koordineli olarak, Türkiye’de problem olan ve belirli stratejilere konu olan dinin örgün ve yaygın alanda öğretiminden bu öğretimin içeriğine, din görevlilerinin eğitilmesine, din hizmetlerinin nasıl olacağına varıncaya kadar her alanda ülke menfaatlerine uygun kısa, orta ve uzun vadeli program ve politikalar geliştirmelidir.

Bu bağlamda;

1-İmam-Hatipler ve İlahiyat fakültelerinin müfredatları yeniden yapılandırılmalı ya da gözden geçirilmelidir.   Bu yapılanmada öğrencilerin tıpkı Tıp Fakültelerinde, Harbiyelerde olduğu gibi çok ciddi bir eğitimden geçirilerek profesyonelce yetiştirilmesi konusunda programlar yapılmalı, din adamı, ilahiyatçı olacak öğrenciler kesinlikle seçilmeli ve yukarıda bahsi geçen problemleri yaşatmayacak özelliklerle donatılmalı, uyum sağlayamayanlara geçit verilmemelidir. Batı’da Katolik olsun Protestan olsun din adamlarının tam bir profesyonellik içinde yetiştiklerini biliyoruz. Ne var ki, bir kenarda bekletilen istisnalar hariç, Türkiye’de din adamlarını yetiştirenler bile profesyonel değil!

2- Milli eğitime bağlı Din kültürü ve ahlak dersi öğretmenlerinin de aynı esaslar çerçevesinde yetiştirilmesi, mevcut olanların bilgilendirilmesi için seminer programları yapılmalıdır.

3-Mevcut olan din görevlileri, müftü ve vaizler, vâizeler hizmet içi kurslardan geçirilerek değişen dünyanın paradigmaları, bunların ülkemize yansıması, bu yansımada dinin, dini öğretinin(örgün ve yaygın öğretimde), dini bilginin, dindarlığın ve dini kurumların nasıl etkilenebileceği konusunda bilgilendirilmesi ülke bütünlüğümüz açısından son derece gereklidir. Bu çerçevede periyodik olarak uygulanacak seminerler düzenlenmelidir.

4-Din öğretimi, dinin felsefi, antropolojik, psikolojik, sosyolojik, hukuki, ahlaki, siyasi ve uluslararası boyutları dikkate alınarak, anlaşılabilir, sistematik, eleştirel ve yeniden yorumlanabilir şekilde pedagojik esaslara uygun olarak programlanmalıdır.   

5- Ülkemizde ve Yurt dışında dinî hayatın (bilgi, zihniyet, itikat, ibadet ve sosyal hayata yönelik) çeşitli boyutlarıyla ilgili olarak tezahür eden olumlu ve olumsuz yönlerini ortaya çıkartarak yeni bir din öğretimi ve din hizmeti politikalarının tespiti ve geliştirilmesi için bir “Dinî-Sosyal Araştırma Merkezi(DSAM)” kurulmalıdır.

Bu araştırma merkezi, toplumumuzun çeşitli katmanlarında oluşan din-toplum ilişkilerini, bu bağlamda oluşan dinî gruplaşmaları, farklılaşmaları, bunların nelere dayandığını bilimsel metotlarla ortaya koyacak, ülkemiz ve milletimizin geleceğini inşa etmede olumlu ya da olumsuz etkisi bulunan dinle ilgili sorunların çözülmesine katkı sağlayacaktır.

            Söz konusu “Dinî-Sosyal Araştırma Merkezi(DSAM)”, program ve organizasyonu yönlendiren, bunları geliştiren, sistemleştiren insan gücünü amaçlayıp, gelişen ve değişen dünya şartlarını ve düşünce dilini kavrayan yetişmiş ehliyetli kişilerin istihdamını öngörmelidir. Bu yetişmiş “kadro”ya insanlığın ulaştığı teknolojik imkânların sağlanması gereklidir.

Halkımızın bu konuda çeşitli sempozyum, panel, konferans ve açık oturumlarla uygun zaman ve zeminlerde, televizyon ve radyo programlarında sürekli, sistemli ve tarafsız bir şekilde aydınlatılması; geleceğin aydınlık, huzurlu ve güvenli, farklılıklar içinde bütünleşmeyi başarabilen Türk toplumuna ulaştıracaktır.

Prof. Dr. FAZLI ARABACI

KAYNAKLAR

 [1] François THUAL, Géopolitique du Chiisme, Arlea,1995.

[2] Necip HABLEMİTOĞLU, Alman Vakıfları, Bergama Dosyası, TDY, 4. basım,İst., 2003, s.73.

[3]Mapping the Global Future. Report on the National Intelligence Council´s2020 Project. Based on Consultations with Nongovernmental ExpertsAround the World, Washington, dec. 2004 (disponible au format PDFsur le site du NIC: www.cia.gov/nic).

[4] Jean François MAYER, Facteurs religieux et relations internationals, Etudes et analyses, no:8, 2005,

http://religion.info/pdf/2005_08_theopol.pdf

[5] Samuel P. HUNGTİNTON, Medeniyetler Çatışması mı?(Der. M. Yılmaz), Medeniyetler Çatışması içinde, Vadi, 8. baskı, 2003, s. 29.

[6] A.g.e.,s.27

[7]A.g.e., s.43

[8] A.g.e.,s.25

[9] A.g.e.,s.41

[10] A.g.e.,s 177

[11] A.g.e.,s 176